İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “terör ve yolsuzluk” soruşturmasıyla gözaltına alınmasıyla patlak veren eylemler Türkiye’de bir dönüm noktasına işaret etti. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması Türkiye’deki demokratik haklar ve halkın iradesinin üzerindeki baskıları görünür kıldı. Ülke genelinde milyonlarca kişi sokaklara dökülerek AKP-MHP blokunun yargıyı baskı aracı olarak kullanmasını protesto etti. Protestolar valiliklerin keyfî yasağına karşı eylemlerle büyüdü. Dışarıdan gelen araçların şehirlere girişi yasaklandı, aynı zamanda toplantı, gösteri ve yürüyüşler, çadır kurma, stant açma, oturma eylemi, imza kampanyası, anma töreni gibi eylem ve etkinlikler ile el ilanı dağıtımı, pankart/afiş asılması yasaklandı. Gazetecilerin haber takibi engellendi, onlarcası darp edildi, gözaltına alındı ve tutuklandı. Haber takibindeki birçok gazeteci ev baskınlarıyla gözaltına alındı, bazıları iki kez tutuklandı. Uluslararası basın mensupları da engellendi. İsveçli gazeteci Kaj Joakim Medin, Ankara’daki protestoları takip etmek için geldiği Türkiye’de tutuklandı. RTÜK protestoları canlı yayınlayan televizyon kanallarına ağır cezalar yağdırdı. SZC TV’ye 10 gün yayın durdurma, Tele 1, Halk TV ve NOW TV’ye idarî para ve program durdurma cezaları uyguladı. Yayınlanan içeriklerde “halkı kin ve düşmanlığa teşvik” edildiği ya da “yargıya talimatla müdahale edildiği” gerekçesiyle cezalandırma yapıldığı belirtildi. Bu süreçte bazı gazetecilere hapis cezaları verildi. Aynı zamanda sanal medya alanı da hem bant daraltma hem de gözaltı ve tutuklamalarla hedef alındı. Yeni Demokrasi de dahil 190’dan fazla medya hesabı erişime kapatıldı. Yine basının üniversitelerdeki protestolara alınmadığı, miting alanlarında haber takibinin fiziksel müdahale ve sözlü tacizle engellendiği, sanal medyada yapılan haber paylaşımlarının kaldırıldığı bir dönem yaşandı. Yayıncılık faaliyetleri durdurulan, haber takibi engellenen gazeteciler hakkında soruşturmalar açıldı ve çeşitli yargı kararlarıyla gerekçesiz cezai yaptırımlar uygulandı. Türkiye’de halkın haber alma hakkının sistematik biçimde engellendiği ve basın özgürlüğünün kurumlar eliyle bastırıldığını açıkça gördük.
YASAKLARI ÇİĞNEYİP TÜKÜREN KİTLELER
Tüm bu yasakları yıkan gençliği sadece toplumsal dönüşümlerin, ekonomik krizlerin ve politik kırılmaların merkezinde yer alan dinamik bir özne olarak ele almak gerekir. Bu bağlamda gençlerin karşı karşıya olduğu “geleceksizlik” günümüz toplumsal mücadelelerinin itici gücüdür. Özellikle faşist sistemin üretmiş olduğu kapsamlı sorunlar genç kuşakların toplumsal entegrasyonunu zorlaştırmakta, onları güvencesiz yaşam biçimlerine mahkûm etmektedir. Bu durum yalnızca bireysel düzeyde bir kriz değil aynı zamanda toplumsal yapının alaşağı edilmesinin zorunluluğu olarak değerlendirilmelidir. Tunus’tan Hindistan’a, Şili’den Nijerya’ya kadar geniş bir coğrafyada benzer dinamikler gözlemlenmektedir. Bu yarı sömürge ülkelerde de eğitimini tamamlamış ancak ekonomik bağımsızlığını kazanamayan, sürekli bir işsizlik veya düşük ücretli işlerde çalışma döngüsüne sıkışmış genç kitleler, sistemin tıkanıklıklarını görünür kılmak adına sokaklara dökülmektedir. Bu durum neoliberal politikaların istihdam ve refah sistemlerini tahrip ettiği, sosyal mobilite imkânlarını daralttığı bir dönemde yaşanmaktadır.
Eğitim bir gelecek garantisi sunmamakta; bireyleri borçlandıran, beklentileri karşılıksız bırakan bir araca dönüşmektedir. Bu gerçeklik gençlerin politikleşme sürecini şekillendirecektir. Güvencesizlik dönemlerinde gençlik alternatif siyasal alanlar üretme potansiyeli taşır. 1968 öğrenci hareketlerinden 2011 Arap Baharı’na birçok tarihsel örnekte gençliğin bu gücü görülmüştür. Bugün ise dijital çağın olanaklarıyla aynı güç belirmiştir. Örgütsüzlerin örgütlenme aracı olarak kullanılan ağ tabanlı formun bugün düşman tarafından engellenmesinin bir nedeni de budur: Kitlelerin kendiliğinden hareketini yasakçı zihniyetle kontrolde tutmaya çalışmaktadır.
TEDBİR ÇOKTAN ALINDI
Egemenler, çaldıkları minareye her zaman kılıf hazırlamakta mahirler. Türkiye’de faşizan yönetim pratikleriyle kazanılmış haklar birer birer gasbedilirken, bu sürecin toplumda yeterince güçlü bir tepkiyle karşılanmaması dikkat çekici. Kitlelerin bu sessizliği üzerine düşünmek elzemdir. Çünkü bu tepkisizlik bir “rıza üretimi”nin değil, bizzat sistematik olarak inşa edilen bilgi karartmasının, iletişim engellerinin ve toplumsal yönelimleri manipüle eden politikaların ürünüdür. Ekrem İmamoğlu’nun görevden alınmasına yalnızca birkaç gün kala Meclis’ten geçirilen “Siber Güvenlik Yasası” da tam olarak bu süreçle bağlantılıdır. Bu yasa, halkın haber alma hakkına yönelik kapsamlı bir saldırıyı yasallaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda otoriter yönetimin dijital alandaki tahakkümünü de kurumsallaştırıyor. Yasa metninde bu düzenlemenin amacı “kamu güvenliği” ve “dijital altyapıların korunması” olarak sunuluyor. Ancak teklifin içeriği incelendiğinde, gerçek hedefin halkın temel hak ve özgürlüklerini budamak olduğu açıkça görülüyor. Özellikle ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, kişisel verilerin korunması ve özel hayatın gizliliği gibi temel haklar; yasa ile getirilen geniş, denetimsiz ve keyfî yetkilerle ciddi biçimde tehdit altına alınmış durumda. Teklifin en dikkat çeken maddelerinden biri, Siber Güvenlik Başkanlığı’na verilen olağanüstü yetkilerdir. Bu kurum, herhangi bir yargı kararı olmaksızın kamu kurumları, özel şirketler ve bireylerden her türlü veri, belge ve log kaydını talep edebilecek. Bu, halkın çevrimiçi davranışlarının, kişisel yazışmalarının ve özel bilgilerinin devlet gözetimine tamamen açılması anlamına geliyor. Böyle bir yetkilendirme, yalnızca kişisel mahremiyeti değil; gazetecilerin haber kaynaklarının gizliliğini de yok saymaktadır. Bir diğer vahim madde ise, arama ve dijital materyallere el koyma yetkisi ile ilgilidir. Teklife göre Siber Güvenlik Kurulu Başkanı, hâkim kararı olmadan konut ve iş yerlerinde arama yapabilecek, dijital materyallere el koyabilecek ve veri toplayabilecek. Bu, tamamen keyfî uygulamalara zemin hazırlayan, hukuk devleti ilkesini açıkça ihlal eden bir düzenlemedir. Özellikle gazeteciler ve muhalifler açısından bu yetkiler, doğrudan bir sindirme aracıdır. Dahası, teklif “veri sızıntısı algısı oluşturmak” gibi muğlak bir kavramı suç kapsamına alıyor. Bu da halkın ve medyanın, olası güvenlik açıklarını ya da dijital alandaki yolsuzlukları dile getirmesini engellemeyi hedefliyor. Yani yasa çıkıyor ama hakkında konuşmak yasak! Bu düzeyde bir pervasızlık ancak otoriterleşmenin kurumsal hâle geldiği rejimlerde görülebilir.
İKİ UCU AYNI DEĞNEK
Protestoların büyümesiyle birlikte, CHP iki yönlü bir politika izlemeye başladı: Bir yandan halkın isyanını desteklediğini ima ederken, diğer yandan bu hareketin kontrolünden çıkmasını engellemeye çalıştı. “Mitinge değil, eyleme geldik” diyerek Saraçhane’den taşmak isteyen gençliğin önünü alma çabası, bu ikircikli tutumun açık bir göstergesidir. Bu noktada CHP, gençliğin öfkesini yedekleyerek onu sistem içi bir muhalefet odağına dönüştürmeye çalıştı. Gençlik, doğduğu günden bu yana yalnızca AKP’yi tanımıştı; krizin tüm sorumluluğunu doğal olarak ona yüklemişti. Ancak bu öfkenin, devletin kuruluşundan bugüne taşıdığı yapısal krizlerle bağlantısı henüz yeterince kavranmamıştı. Dolayısıyla kitlenin öfkesi radikal bir siyasal bilince dönüşmeden, sistem içi “alternatif”ler tarafından soğurulmaya çalışıldı. CHP, seçim odaklı stratejilerini öne çıkararak kitlesel hareketi sandığa yönlendirmek istedi. Halka eylem yapma hakkı, adeta CHP’nin siyasal çıkarlarıyla sınırlı olarak tanındı. Bu sınırın ötesi ya “provokasyon” olarak damgalandı ya da “gençliğin denetlenebilir öfkesi” gibi zararsızlaştırılmış bir söylemle geçiştirildi. Ancak gerçekler bu çerçevenin çok ötesindedir. Bugün eylemler dünkü kadar sert olmasa da yarının niteliği dünün kendiliğindenliğinden alınacak derslere bağlıdır. Kitleler bilince ulaştığında, iki ucu aynı değneği ortadan ikiye kırarak onun hem sembolünü hem aracını etkisizleştirecektir. Egemen sınıfların eğip büktükleri hukuk halkın eylem yapma hakkının önüne Bozdoğan Kemeri gibi dikilse de bu yapılar bir gün yıkılacaktır. Çünkü bugün boykot çağrıları yapan muhalefetin, “Benim sermaye sınıfım Atatürk İlke ve İnkılaplarıyla daha demokratik sömürüyor” savunuları ile iktidarın emperyalist mali sermayeyi “milli sermaye” kisvesiyle sunan pazarlama siyaseti arasında sıkışmış halk, artık bu düzene rıza üretmekte zorlanmaktadır. Bu çelişkiler, halkın eylem bilincindeki eksikliği ve bastırılmış potansiyeli gözler önüne seriyor. Ancak bu durum yalnızca bir eksiklik değil, aynı zamanda devrimci dönüşümün zemini olabilir. Hegel, efendi-köle diyalektiğinde şöyle der: “Biri bağımsızdır ve doğası gereği kendi için vardır; diğeri ise bağımlıdır ve başkası için yaşar.” Bu tanım, sınıflı toplumlarda sömüren ile sömürülen arasındaki ilişkiyi çarpıcı biçimde özetler. Egemenler yalnızca baskı ve zorla değil, aynı zamanda ideolojik hegemonya aracılığıyla da tahakkümlerini sürdürürler.
Ezilenler bu düzeni içselleştirir; kendi ezilişlerine rıza gösterir, hatta bu düzeni savunur hale gelirler. Bu yabancılaşma derindir ve yıkıcıdır. Ancak tarih göstermiştir ki artık kendini yeniden üretemeyen her sistem, onu sırtında taşıyan yığınlar tarafından alaşağı edilmiştir. Ezilenlerin isyanı, içinde bulundukları ağır yaşam koşullarından, yoksulluktan, geleceksizlikten ve sömürüden doğar. Egemen ideolojiye rağmen, bu insanlar zamanla kendilerini ve çevrelerini sorgulamaya başlar; mücadeleye atıldıkça kendi içlerindeki geriliği de parçalar, yeni bir benlik inşa ederler. Değiştirme iradesi, kolektif eylemle birleştiğinde, tüm engeller aşılır.
Kitleler güçlendikçe, öfke büyüdükçe değişim iradesi de derinleşir. Bugün korku iklimi, gözdağı operasyonları, “orantılı güç” yalanlarının ardına gizlenen işkenceli gözaltılar vs. hepsi parçalanmaya mahkûmdur. Bugün polise çiçek uzatan eller, yarın bu düzenin kolonlarını yerle bir edecek olan dinamite dönüşebilir. Elbette o gün de çiçek verenler olacaktır. Ama gerçek güç, eylem bilinciyle donanmış kitlelerin yıkıcı iradesinde toplanacaktır.