İnsan toplumunun belirgin özelliklerinden biri, bilgi-birikim sağlayabilmesi ve bu birikimi nesiller boyu aktarabilme becerisidir. Bu durum, toplum için sürekli olarak gelişme potansiyeli yaratır. Ancak bilgi birikimin toplumsal gelişime yol açacak derecede gelişkin olması halinde dahi, her zaman gelişim gözlemlenemeyebilir. Toplumun yapısı, bazen ileri doğru atılacak adımlara ket vurabilir, bazen geriye doğru birkaç basamak düşürebilir. Ne var ki bu onun ileriye doğru tırmanma doğrultusunda hareket ettiği gerçeğini değiştirmez. Bilgi ve pratik arasındaki ilişki gereği toplum, ileriye doğru hareket etmek durumundadır. Bu olgu, termodinamik ilkelerinden biri olan entropi ilkesine benzer: evrende lokal olarak toplanma görülse dahi, yeniden ve daha yüksek biçimde dağılma zorunludur. Evrenin tutarlı hareketlerinden biri entropik davranışıdır. Toplumsal ilerleme de benzer biçimde cereyan eder: toplumu yönlendiren dünya görüşü zaman zaman gelişime ket vursa da daha ileri gelişimlerin koşullarını da yaratır, içerdiği çelişkiler derinleşir, daha ileri atılacak adımların zemini de kuvvetlenir.
Toplum pratik yaşamdan öğrenir, tecrübeyi sistemleştirir ve bilgi haline dönüşen tecrübe daha ileri pratiklere yön verir. Bilgi-birikimin bilime dönüşmesi, toplumu geliştiren bir dinamik haline gelmesi ise ancak bilimsel yaklaşım ile mümkündür. Toplum tarihinin keskin dönemeçleri ancak bu biçimde dönülebilmiştir. Bilgiyi idealizmden arındırılmış bir biçimde işlemek, onun tabiatın davranışı ile uyumlu bir teoriye dönüşmesine olanak tanır. Tabiat ile uyumlu bu teori, toplumu üst basamaklara ulaştıran pratiklere yön verir. Bu ileri pratiklerin gerçekleşmesinin ön koşulu, tabiatı tüm karmaşıklığı ile kabullenmekten, onun çelişkiden başka bir şey olmayan hareketini görmekten yani diyalektik penceresinden bakmaktan geçer. Bilimsel yaklaşım dediğimiz, çelişkinin doğasını kavramaktan ve olguları diyalektik bütünlük içinde incelemekten kaçınmamaktır. Aksi takdirde evrenin davranışını tanımlamak olanaksızlaşır, oluşturulan teoriler gerçekliğe cevap olmaktan uzak düşer.
“Nesneleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına, biri ötekinin yanında ve biri ötekinden sonra olarak düşündüğümüz sürece, kuşkusuz onlarda herhangi bir çelişki ile karşılaşmayız. Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiri ile çelişik ama bu takdirde, farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde çelişki içermeyen bazı özgüllükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları içinde, işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimi ile yürütebiliriz. Ama nesneleri hareketleri, değişmeleri, yaşamları, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir, daha yalın mekanik yer değiştirmenin kendisi bile bir ve aynı anda, hem bir yerde hem de başka bir yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu, hem de orada olmadığı için gerçekleşebilir. Ve hareket, işte bu çelişkinin sürekli olarak ortaya çıkma ve aynı zamanda çözülme biçimi içinde bulunabilir.” (Engels, Anti Duhring)
Bu biçimde bir tabiat okuması, pratikten açığa çıkan bilginin doğru bir temel üzerine oturmasına ve gerçeğe uyumlu hale gelmesine olanak vermektedir. Böylece bilimsel ve toplumsal gelişimin önünü açacak teoriler ortaya çıkar. Bu yalnızca toplum bilimleri için değil, aynı zamanda doğa bilimleri için de geçerlidir. 20. yüzyılın başlarına geldiğinde fizik alanında ayrı ayrı birçok buluş yapılmış, bilgi edinilmiş, ancak bu bilgilerin bir araya getirilerek bu alanda eşiğin aşılmasını sağlayacak bir yaklaşım henüz oluşmamıştı. Bunun en büyük sebebi bu alanda idealizmin devam eden hakimiyetiydi. Dogmalara bağlı kalmak, “sabit evren, doğa ve zaman” fikirlerinden cüretli kopuşu gerçekleştirememek, bir bilim alanını krize sürüklüyordu. Ancak bilgi-birikim öyle bir aşamaya gelmişti ki, artık bu alanda idealizme gedik açılmak zorunda kalınmıştı. Aynı olgu, 19. yüzyılda biyoloji ve canlılığın kökenine dair tartışmalar için de geçerliydi. Yüzyıllar boyunca insanlığın çeşitli pratiklerinden ve bulgularından edindiği bilgiler, artık idealizmle açıklanamayacak derecede gerçeğin portresini açığa çıkarmıştı. Eninde sonunda, tüm niyetlerden bağımsız olarak kimi doğa bilimciler artık ayan olan gerçeği, dünya görüşlerinin zincirlerine rağmen kabul etmek ve teorilerini bu gerçeğe göre dizayn etmek zorunda kalmışlardı. Bu durum kendileri için oldukça sancılı olmuştur; Darwin Evrim Teorisi ile tüm yaratılışçı inanışların köküne dinamit koymasına rağmen, bu teorinin toplum bilimlerinde ne biçimde bir karşılığı olacağına hiç değinmemiş, toplum bilimlerinden aldığı benzetmelerde ise oldukça(Malthus-Nüfus teorisi gibi) hatalı davranmıştır. Evrim teorisini temellendirmesine rağmen, idealist dünya görüşünü süpürüp atma girişiminde bulunmamıştır. Aynı olgu 20. Yüzyıl fizikçileri için de geçerlidir. Einstein görelilik teorileri ile bir yandan yüzlerce yıllık yorumlara karşı koymuş, sabit ve dışsal zaman anlayışını sona erdirmiş, maddenin ve enerjinin tabiatının anlaşılmasında önemli adımlar atmış, ancak parçacıkların doğasına ve bunların hareket biçimlerine dair getirilen önermelere uzun bir zaman karşı koymuş, determinist tabiat kuralları arayışını sürdürmüştür. Einstein’in “uzayın genişleyip genişlemediği” gibi konularda kimi eksiklerini görmesine ömrü müsaade etmiş olsa da, teorisinin daha erken aşamalarda içerisinde bulunduğu handikaplardan arınması mümkün olmamıştır. Henüz dahi ayrı ayrı iyi biçimde çalışan iki teorinin birleşmesini, parçacık fiziği ve görelilik teorilerinin bir arada çalışmasını sağlayacak ortak bir teori inşa edilememiştir.
Ortaya çıkan bilgi-birikim, yalnızca bilimsel teorilerin oluşturulması zorunluluğunu ve bir teori ile birlikte pratiğe geçme olgusunu açığa çıkarmaz, hali hazırda her bilgi, pratikte yansımasını bulabilir ve toplumsal pratiğe kazandırılabilir. Mekanik enerjinin sürtünme sonucu azalması, azalan mekanik enerji kadar ısı enerjisinin açığa çıkması bilgisi, keşfedilmesi ile birlikte birçok alanda uygulanmaya konulabilir ki öyle de olmuştur. Teknolojik gelişimin ilk adımı, bu biçimde atılır. Tabiat keşfedildikçe, ona biçim vermek ve hareketini yönlendirmek kolaylaşır. İnsan öğrendikçe, tabiata müdahale etme becerisini de geliştirir. İnsanlığın ilk çağlarından bu yana, birçok keşif pratiğe geçirilerek icatlara yön vermiş, açığa çıkan icatlar yer yer toplumun ilerleyeceği güzergaha ciddi etkilerde bulunmuştur. Üretim araçlarının keşfi, kullanımı ve yeni üretim ilişkileri, bunun üzerinden toplumun aldığı mesafe ve teknolojinin üretim alanına sirayet etmesi ile yeni mesafelerin kat edilmesi, aynı zamanda toplumun tekrar ve tekrar yeni karakteristik değişimlere de gebe kalmasına yol açmıştır. Her ne kadar bu değişimin merkezi yalnızca bu birikim sürecinin kendisi olmasa da, değişim için zemini oluşturan birikimin aldığı boyuttur.
Üretim alanında sanayi devrimi ile birlikte, daha önceki üretim biçimlerinde de var olan ancak pek belirleyici olmayan anarşist biçim net bir şekilde ön plana çıkmaya başladı. Üretim araçlarının seri üretime olanak verecek biçimde gelişmesi, makineleşme ve hammadde kaynaklarına yine teknoloji yardımı ile ulaşımın kolaylaşması, üretim anarşisinin de kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri olmasına yol açtı. Bu durum kapitalistin, diğer kapitalistlerden bir adım öne geçmesini sağlayacak şekilde üretim kapasitesini artırma zorunluluğunu, bunun için sömürüyü derinleştirme ve üretimi kolaylaştıracak makine gelişiminin de önünü açma çabasını beraberinde getirdi. Artık teknolojiye ihtiyaç eski dönemlere göre daha fazlaydı ancak teknolojinin üretim faaliyetlerinde kapitalistin lehine işleyecek şekilde gelişmesi kapitalizmin temel yönelimiydi. Böylece teknoloji geliştikçe gelişmeye başladı, son yüz yıl içerisinde binlerce yıllık insanlık tarihinde görülmemiş bir hız yakalanarak teknolojik atılımlar sağlandı.
Ancak her bilgi anında pratiğe geçirilerek, teknolojik atılıma ön ayak olmadı. Kapitalizm ile birlikte bir bilginin pratiğe geçirilmesinde belirleyici olan toplumun acil ihtiyaçları değil, egemen sınıfların acil çıkarlarıdır. Bilimsel bilginin ürünü olan teknolojinin tüm yaşama sirayet etmesinde en önemli unsur bu olgudur; eğer üretilen araç sömürünün derinleştirilmesine, üretim kapasitesinin artmasına ve maliyeti düşürmeye yarıyor ise, kapitalistler bu teknolojik gelişimin sağlanabilmesi için her türlü çabayı sarf etmektedir. Tek olgu bu da değildir, kapitalist-emperyalistlerin kendi aralarında da çelişkileri vardır, her kapitalist işletme doğası gereği bir diğer kapitalist işletmenin rakibidir ve mücadele halindedir. Bir kapitalist-emperyalist tekelin, bu yarışta kendisini öne çıkaracak teknolojiye yönelmesi de bu sebeple şaşırtıcı değildir. Emperyalistler arası çelişkilerin dönemsel olarak bir paylaşım savaşına varabileceği gerçeği, teknolojinin aynı zamanda silah sanayiinde de öncelikli bir rol almasına olanak vermiştir. 20. yüzyılın ortalarında İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve sonrası dönemde, neredeyse fizik ve kimya alanında yaşanan her gelişme ilk elden silah teknolojisinde kullanılmaya çalışılmıştır. Bunun en önemli örneği, fisyon ve füzyon tepkimelerinin keşfidir.
Atom çekirdeğinde gerçekleşen fisyon ve füzyon tepkimeleri 1930’lu yıllarda keşfedilmiştir. Fisyon teknolojisinin ilk hedefi, bu büyük enerjinin bir bombaya dönüştürülerek kullanılması olarak ortaya çıkmıştır. Bir paylaşım savaşının arifesindeki emperyalistler için, bu büyük keşfin anlamı, kendilerini diğer emperyalistler karşısında oldukça avantajlı bir konuma yükseltmek olmuştur. Fisyon tepkimesinin enerji alanında kullanımı ise çok daha sonra, ilk atom bombası kullanıldıktan neredeyse 10 yıl sonra, emperyalistlerin acil çıkar ve ihtiyaçlarının değişmesi ile kullanıma girmiştir. Yine de enerji alanındaki kullanımı geri planda kalmış, sistem oldukça zararsız hale getirilebilecek bu enerji elde etme yöntemini “maliyet kalemleri” gerekçesi ile oldukça riskli bir hale büründürmüştür. Alınmayan güvenlik önlemleri ile defalarca nükleer santral faciası yaşanmış, Çernobil ve Fukuşima gibi facia bölgelerinde nükleer atıkların oluşturduğu tehlike aradan geçen uzun yıllara rağmen devam etmektedir ve edecektir.
Teknolojik gelişimin bir diğer önemli yönünü de maliyet oluşturmaktadır. Bugün artık geniş çevrelerce “temiz enerji” olarak savunusu yapılan füzyon tepkimesinden enerji üretme çalışmaları da bu kapsamda henüz hayata geçirilememektedir. Oysa ki ilk füzyon bombasının yapılmasının üzerinden neredeyse 70 yıl geçmiştir. Elbette kapitalist sistem içerisinde herhangi bir olgu için “temiz” nitelendirmesi yapmak oldukça iddialı ve karşılığı olmayan bir belirleme olacaktır. Ancak geliştirildiği takdirde daha verimli ve daha az zararlı olacağı tahmin edilen bir enerji yolunun geliştirilmesi için verilen çaba, bomba yapılması için verilen çabanın oldukça altındadır. Fisyon bombasının yapılabilmesi için ABD emperyalizmi tarafından o dönemde oluşturulmaya çalışılan bilimsel konsensüs ve seferberlik hali, toplum yararına olabilecek herhangi bir çalışma için elbette gerçekleşmemektedir.
İnsanlığın geleceği için en büyük tehditlerden biri olan, aynı zamanda bu tehdidin var olmasında yine insanın büyük bir faktör olduğu iklim krizi için de aynı durum geçerlidir. Sera etkisi yaparak yeryüzünün olması gerekenden daha fazla ısınmasını sağlayan, ağır gazların oluşmasına yol açacak faaliyetlerin engellenmesi veya bu gazların salınımının dengelenmesi için kayda değer bir çaba gösterilmemektedir. Alınan önlemler ise göstermelik kalmakta, yine halkın günlük faaliyetleri hedeflenerek sözde önlemler alınmaya çalışılmaktadır. Deodorant kullanımının azaltılması çağrıları ile iklim krizine dikkat çeken emperyalistler, karbon bileşikli gazların salınımında en büyük paya sahip olan askeri faaliyetleri ve sanayi alanlarını görmezden gelmektedir. Çünkü bu alanlarda yapılacak ve karbon gazı salınımını azaltacak teknolojik gelişim emperyalist-kapitalist sistem için yalnızca maliyet demektir.
Bir teknolojinin sistem için kâr vadetmesi durumunda, olanaklar ve kapılar sonuna kadar açılmaktadır. Aynı zamanda toplumsal yaklaşım da buna göre şekillendirilmektedir. “Geleceğin teknolojisi” ve “geleceğin meslekleri” bu şekilde emperyalist tekeller tarafından oluşturulmaya çalışılır, toplum da bu biçimde yön alır. Zaman içerisinde bu teknolojiler üretim alanında önemli bir yer edinir, artık bilim ürünü sistemin hegemonyası altında geliştirilir. Yani sistem için faydalı ve çıkarlarına hizmet edecek bir araca dönüşür. Bilgisayar ve telefonun gelişim süreci de bu biçimde olmuştur. Bugün yapay zeka ile desteklenmesi öngörülen kuantum bilgisayarlar da gelecekte benzer bir rol üstlenecektir.
Bu biçimi ile, bilgi birikim ile kendisini ileri taşıyabilecek, doğanın gerçek davranışına daha uyumlu teoriler üreterek aynı zamanda toplumun lehine doğaya müdahale edebilecek olan insan toplumunun önünde en büyük engel, bu toplumun yapısı olmaktadır. Yani bugün için emperyalist-kapitalist sistem toplumun gelişiminin önündeki bariyerdir. Yalnızca gelişimi engellemek ile kalmamaktadır, insan toplumunun varlığını da tehdit altında tutmaktadır. Toplumun önünü açacak, ileri taşıyacak bir gelişim sürecinin ilk aşaması, bu gerici sistemin ortadan kaldırılmasıdır.