Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP/ML) Kürt Ulusal Hareketi cephesinde yaşanan gelişmeler ve Türkiye’de ulusal sorunun çözümüne dair bir açıklama yayımladı.
TKP/ML’nin internet sitesi tkpml6.net’te yayımlanan açıklamada “Kürt ulusal haklarında iyileşme için mücadelemizi sürdüreceğiz ancak Türk devletinin demokratikleştirilme yaklaşımını bir ÜTOPYA olarak mahkûm edeceğiz.” denildi.
TKP/ML’nin “Bir Ütopya: Faşist Diktatörlüğün Demokratikleşmesi” başlıklı açıklamanın tamamı şu şekilde:
BİR ÜTOPYA: FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN DEMOKRATİKLEŞMESİ
27 Şubat 2025 tarihinde Kürt Ulusal Mücadelesinin Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı açıklaması kamuoyuna duyuruldu. 15 Şubat 1999’da emperyalist güçlerin ve faşist diktatörlüğün büyük çaplı bir organizasyonuyla tutsak alınan Abdullah Öcalan, 1993’ten bugüne faşist diktatörlükle “uzlaşma ve barış” çizgisiyle mücadele sürdürüyor. Abdullah Öcalan, tutsak alındıktan sonra ulusal sorunun çözümünde “devlet kurma hakkının” artık geçersiz olduğunu, demokratik toplumu inşa ederek bir arada yaşamı savunan bir çizgi ile “Demokratik Özerklik” paradigmasını oluşturmuştu. Abdullah Öcalan, “demokratik hak ve özgürlüklerin” gerçekleşmesi karşılığında “silahlı mücadelenin” sonlanması gerektiği yaklaşımını 26 yıldır sürdürüyor. Nihayetinde PKK önderliğinde sürdürülen silahlı mücadele hattı da uzun süredir “barış”, “ulusal demokratik haklar” ve bir bütün “demokratik zeminde bir arada yaşama” hedefiyle devam etmektedir.
“Barış ve Uzlaşma Arayışlarında” Sicili Bozuk TC
Faşist diktatörlük “çözüm” adı altında Abdullah Öcalan ve PKK ile sürdürdüğü tüm süreçlerde “ezen Türk ulus” egemenliğini koruma, tam hak eşitliğinin mutlak reddi ve demokratik kazanımların sınırlanması, siyaset yapma hakkının gasp edilmesi hedefine kilitlenmiştir. Faşist TC’nin bu tutumu “barış ve uzlaşma” amacıyla gelişen süreçlerin tıkanmasına yol açmıştır. Faşist TC için “barış ve uzlaşma” görüşmeleri aynı zamanda Kürtlerin örgütlülüğünün zayıflatılması, şovenist histerinin tırmandırılması, tutuklama-gözaltı saldırıları, askerî operasyonlar, her türlü gericiliğin kullanılması, İmralı tecridinin korunması ve sürdürülmesi ile devam etmiştir. “Barış ve çözüm” süreci TC için her zaman bir tasfiye amacı taşımış, Kürt hareketini daha güçlü şekilde bastırmak için bir savaş argümanı olmuştur.
1993’de PKK’nin ateşkes ve barış mücadelesi, TC’nin köy yakma ve boşaltma, gerillayı imha, demokratik alanda binlerce Kürdün zindana atılması ile karşılık bulmuştur. 2000 yılında geri çekilme ve “barış” için zemin oluşturma sürecinin sonucu, yine geri çekilen gerillaların imhası, Kürtlerin varlığının inkârı, İmralı tecridinin sıkılaştırılması, legal Kürt partisinin kapatılması, demokratik alanlara tutuklama ve gözaltı saldırısı olmuştur. 2007-2008’de başlayan “uzlaşma ve barış” sürecine, yine gerillanın yok edilmesi, serhildanlarda katliamların yapılması, KCK operasyonlarıyla demokratik alanda binlerce insanın tutuklanması, Kürt ulusal haklarının “varoluşsal” sorun olarak tanımlanması eşlik etmiştir. 2009’da Oslo görüşmeleriyle başlayan ve 2013 Mart’ında sistemleştirilerek adına “Çözüm Süreci” denilen dönem ise Roboski Katliamı, yine binlerce insanın tutuklanması, Paris’te Sakine Cansız ve arkadaşlarının katledilmesi ile eş güdümlü yürümüştür. Abdullah Öcalan ve PKK ile yapılan bir dizi görüşme ve müzakere ile gerillanın geri çekilme süreci başlamış özellikle demokratik alana yönelik baskılar ve gerilla alanlarında “karakol, kalekol ve alan hakimiyeti çalışmaları” aralıksız gerçekleşmiştir. 2013 tarihinde başlayan “Çözüm Süreci”nin TC için esaslı ayaklarından birisi de Suriye ve Rojava ayağıdır. Bir yandan Esat’ın devrilmesi diğer yandan Kürt ulusal kazanımlarının genişlememesi paradoksu içinde kalmıştır. Rojava’yı kendi siyasi çıkarları ekseninde tutmaya odaklanan çizgi aynı zamanda cihadist saldırılar teşvik edilerek Kürt hareketini kendine mahkûm kılmaya odaklanmıştır. Kobanê bu süreçte TC desteğiyle boğazlanmaya çalışılmış Türkiye Kürdistanı’nda Kobanê’ye destek için kitlesel kalkışmalar gerçekleşmiştir. 2014 Ekim ayında Kobanê serhildanı TC tarafından onlarca Kürt gencinin katledilmesiyle karşılanmıştır. TC, Rojava’da genişleyen Kürt kazanımları ve “müzakere sürecinde” daha büyük çaplı savaş için yaptığı hazırlıkların kendisi için avantaja dönüştüğü yaklaşımıyla Temmuz 2015’te “topyekûn savaş” konseptini başlatmıştır. Demokratik-legal alana yönelik tutuklama furyaları, gerilla alanlarına ve Rojava’ya dönük saldırılar ve 2015 Ağustos’unda saldırılara karşı gelişen özdirenişlere karşı kentlere tank-top ve uçaklarla imha süreci başlatılmıştır. Faşist TC “Çözüm Süreci” dediği dönemi ideolojik-politik-örgütsel tasfiye hamlesi olarak ele almıştır. Topyekûn savaş dönemi milletvekilliklerinin ve belediyelerin gasp edilmesi ve tutuklanması, demokratik alanda binlerce insanın zindanlara atılması, gerilla alanlarında imhaya yönelmesi, Rojava ve Irak Kürdistanı’nın askerî işgali, dur durak bilmeyen Kürt düşmanlığına dayalı şovenist kampanyalar ile örgütlenmiştir.
Faşist TC, 1993’ten bugüne Kürt hareketi ile barış ve uzlaşma için masaya oturduğu her dönem saldırganlığın dozunu sürekli artırmış, demokratik haklara, legal siyaset yapma imkanlarına durmaksızın saldırılar gerçekleştirmiştir. Kürt Ulusal Hareketiyle savaşı ise mola vermeksizin imha savaşı şeklinde sürdürmüştür. Faşizm bu dönemlerde sadece Kürtleri değil hegemonyası altına alamadığı tüm toplum kesimlerini ağır baskı altında tutma yolunda olmuştur. Bir yandan kitleleri şovenizmle zehirleyerek felç ederken diğer yandan ise devlet makinasının tüm zorbalığını kullanmıştır. Reformlar için mücadele kanallarını kapatmış, zemin bulduğu sosyal-siyasal-ekonomik şartların gerektirdiği faşist niteliğini kıskançlıkla korumuştur. TC için demokratik kazanımlar, Türk ulus egemenliğini aşındıracak haklar, legal siyasetin ilerici mücadele için sunacağı olanaklar bir varoluşsal tehdit olarak kodlanmıştır. Barış ya da savaş dönemi fark etmeksizin kurucu ilkelerinin ve felsefesinin tüm öğelerini korumaya dayalı Kürt ulusu ve ezilen diğer milliyetlere, ezilen inançlara, işçi ve emekçilere düşmanlığı güncelleyerek konum almıştır.
Abdullah Öcalan’ın Açıklaması ve İdealist Tarih Anlayışı
Şimdi böylesi bir tabloda Abdullah Öcalan’ın çağrısına yol açan kimi belirlemelere bakmak ve tutum almak gerekmektedir. Zira açıklamada ulusal soruna ve çözümüne, tarihsel süreç okumalarına dair idealist ve hatalı yaklaşımlar hâkim olmaktadır. Bu anlamda önderlik ettiği politik hareketin kaderini belirlemeye dair politik-ideolojik tutum alma hakkı ona aittir. Onun tasarrufundadır. Yapılacak hata da kuşkusuz esasta onu bağlamaktadır. Ki silah bırakma ve tasfiye çağrısının tüm sorumluluğunu üstlendiğini ilan etmiştir. Siyasal alanda ve toplumsal yaşamda ve hatta bölgesel ölçekte edindiği yer itibarıyla aldığı kararın geleceği etkileyecek ve belirleyecek niteliği vardır. Bu açıdan sorunu temellendirişi geniş kitlelerin bilincinde ve hareketinde etkide bulunacaktır. Devrimci ve komünistler bu etkiyi görerek, bilerek bir tutum oluşturma yoluna giderler, sürecin doğuracağı sonuçlara karşı hazırlık yaparlar ve doğru yaklaşımı, yerinde eleştirileri ve ideolojik mücadeleyi önemserler.
Öcalan, Kürt-Türk ilişkilerine tarihsel perspektiften şu bakış açısını geliştirmiştir: “Kürt-Türk ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir. Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir.” Öcalan milliyetlerin uluslaşma ve kendi ulusal bütünlüklerini ve bilinçlerini kazanma sürecini hatalı okuduğu için Selçuklu-Osmanlı egemenliği altında geçen feodal parçalanmışlık ve hakimiyet sürecini de bugünün uluslaşmış yapısıyla ele alma hatasına düşmektedir. Osmanlı döneminde feodal toplumun ekonomik yapısı, siyasî karakteri, yönetme biçimi, devlet yapısı, toplumsal ilişkileri egemendir. Sadece Kürt milleti değil farklı birçok millet ve inançlar feodal ilişkiler içinde, onun ilke ve kuralları doğrultusunda Osmanlı’nın egemenliği altında kalmıştır. Bu milletler feodal parçalanmışlığın yarattığı serfin büyük toprak ağaları egemenliği altında, kapalı toplumsal ilişkilerin hükümranlığı altında toprağa bağımlı ilişkiler altındadır. Kapitalizmin meta üretimi ve ilişkilerinin hakimiyeti ve onun şafağında milletler toprak, iktisadî, dil ve ruhsal birliğini sağlayarak uluslaşmışlardır. Ulus bir ırk ya da aşiret birliği değildir. Bu açıdan feodal dönemde Kürt ya da Türk ulusu adı altında bugün anladığımız anlamda siyasal birliği ve bütünlüğü içeren bir yapı, topluluk söz konusu değildir. Kürtler ve Türkler vardır ancak bunlar bir ulus karakterine o tarihsel aşamada sahip değildirler. Bunları temsil eden siyasî bir yapı, ilişkiler ağı da söz konusu değildir. Toplumların uluslar olarak ayrışması, parçalanması ve kendi topraklarında siyasal bütünlük kazanmaları ya da kazanma çabaları kapitalist ilişkilerin nesnel bir sonucudur. Türk ve Kürtlerin farklı uluslar olarak ayrışması da dışsal bir fitnenin ya da bir üst iradenin çabası değil dünyada egemenlik kuran kapitalist ilişkilerin girmesiyle gerçekleşmiştir. Bu tarihsel bir gelişme ve sonuç olarak tanımlanmalıdır. Aksi yaklaşım ulus tanımından, bugün uluslaşmış toplulukların ortak yaşam iradelerini şekillendirecek gereklilik ve şartlara kadar durumu kavramaktan uzaklaşmaya yol açacaktır. Türk ve Kürtlerin evet 1000 yıllık bir ilişkileri vardır ancak ulus bilinci olmaksızın, uluslaşmaya dayalı ayrım ve karşıtlık ya da birlik olmaksızın feodal ilişkilerin egemenliği altında bir ilişki biçimi vardır. Günümüzde var olan Kürt ve Türk ulusları arasındaki ilişkileri, birliği, karşıtlığı ve ayrışmaları bu tarihsel okuma açıklamaya yetmeyecektir. Bu açıdan Öcalan tarihsel ilişkilere gönderme yaparken bugün Kürt ve Türk ulusu arasındaki ilişkinin tarihsel niteliğini örten, yersiz bir ortak tarih tasarımı yapan bir yaklaşımdadır. Bu Türk egemenliğinin kendini meşrulaştırmaya dair çarpık tarih anlayışına yataklık edecektir. Malazgirt’te kapıların açılması, Çanakkale’de aynı cephede savaşılması gibi argümanlar Türk egemenlik tarihinin gerici karakterine çanak tutmaktır. Bu açıdan hatalıdır.
Türk Egemenlerinin Yaşadığı Sıkışmalar ve İnkâr Çizgisi
Yine Abdullah Öcalan, siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne yönelerek silahların bırakılması ve PKK’nin tasfiye edilmesini şu yaklaşımla temellendirmektedir: “1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.” PKK kendini hangi temelde nasıl tekrar etti başka bir meseledir. Ancak “ülkede kimlik inkârı çözüldü, ifade özgürlüğü sağlandı” yaklaşımı ancak gerçeğe gözünü kapatmakla açıklanabilecek bir yaklaşımdır. Türk hâkim sınıfları toplumsal mücadelenin ve bilhassa PKK’nin ulusal programa sahip çizgisiyle yürüttüğü silahlı mücadelenin etkisiyle Kürt varlığını kabul etmiştir. Zira faşist cumhuriyet “tek dil, tek millet” felsefesiyle temel harcını almıştır. Kürtlerin de Türk olduğu tezlerine dayanmış ve inkâr çizgisini oluşturmuştur. Bugün ise Kürtler vardır, dili vardır ancak topluluk olarak ulusal hakları yoktur şeklinde bir inkâr hattındadır. Burada çözülmeyi yönetmek açısından yeni bir inkâr tanımına başvurması olarak görmek gerekir. Ki Türk egemenlerinin tarihinde bu yeni bir şey de değildir. M. Kemal ve arkadaşları “Millî Mücadele” döneminde yaşadıkları sıkışmışlıkla benzer bir riyakarlığa baş vurmuştur. M. Kemal Sivas Kongresi’nde, “Türkiye’de Kürtler ve Türkler yaşar”, İsmet İnönü Lozan’da, “Ben Türklerin ve Kürtlerin temsilcisiyim” diyebilmiştir. İçinden geçilen dönemin zorlukları hâkim sınıfları bu noktaya taşıyabilir, taşımıştır. Ancak şartlar değiştiğinde katı bir inkâr, katliam ve yok etme çizgisine hızla geri dönmüştür. İbrahim Kaypakkaya yoldaş bize unutmamamız gereken bir öğüt vermiştir: “Burjuvazi her fırsatta kendi milliyeti lehine eşitsizlik ister, imtiyaz ister, diğer milletlerin en tabii haklarını çiğner vs. Hâkim milletin burjuvazisi, başka milletlerin varlığını tanıyabilir, hatta mecbur kaldığı zaman ona bazı haklar da verebilir. Irak’taki Arap burjuvazisi gibi. Ama her fırsatta bu hakları çiğner, her fırsatta başka milliyetleri ezmek ister.” Yani ezen ulusun egemen sınıfları, ezilen uluslara yönelik düşmanlığın özünü korur. Bahsi geçen inkârın çözüldüğü yaklaşımı Kürtleri yeni kölelik şartları içinde tanımlama çabası olarak görülmelidir. Aynı zamanda bir ulusu ezen ulusun asla özgür olamayacağı kuralıyla bakarsak Türk ulusunun da şovenizmle ve ulusal ayrıcalıklar rüşvetiyle köleleştirilmesini içermektedir. İfade özgürlüğünde ise faşist diktatörlük asla geri adım atan durumda değildir. Özellikle 2015’ten bugüne söz, eylem, örgütlenme ve ifade özgürlüğüne karşılık polis-jandarma baskısı, gözaltı, tutuklama, işsiz kalma, tecrit edilme, katledilme gibi katı bir seçenek söz konusudur. Meclis kürsüsünde dahi ifade özgürlüğünü kaldıran bir devlet gerçekliği vardır. İnkarın kalkması ya da ifade özgürlüğünde bir ilerleme tespiti ancak bir safsatadan ve gerçeğe hürmetsizlikten kaynaklanabilir.
Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının İnkârı Bir Ütopyadır
A.Öcalan açıklamasında şunları ifade etmiştir: “PKK’nin; güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır. Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” Devamla şu çarpıcı tespitleri yapmıştır çözüm yoluna dair: “Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir. Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir. Barış ve demokratik toplum döneminin dili de gerçekliğe uygun geliştirilmek durumundadır.”
Kuşkusuz demokratik siyaset kanallarının kapalı olması, farklı siyasal düşüncelere tahammülsüzlük yani bir bütün devletin faşist yapılanması sosyal ya da ulusal devrimler için kendinde özgünleşen mücadele biçimlerini, taktik ve stratejileri, konumlanmayı getirecektir. Bu bağlamda yarı feodal, yarı sömürge toplumsal gerçeklikle şekillenen faşist devlet yapılanması karşısında ulusal ya da sosyal devrimler başından sonuna silahlı mücadele hattını benimseyen bir biçimde hareket eder. Nihayetinde emperyalizme göbekten bağımlı, feodalizmle ittifak içinde şekillenen toplumsal yapı ve onun egemenliğini sürdüren hâkim sınıflar “demokrasi” yolunda ilerlemezler. Bu yapı devleti kasıp kavurucu bir şiddet mekanizması olarak kullanmayı, yasa-tüzük-yönetmelikleri ve devlet erkini faşist karakterde oluşturmayı zorunlu kılar. Bunu bir niyet ya da tercih değil adeta bir zorunluluk olarak önüne çıkarır. Özgürlükler, demokratik haklar bu tür ülkelerde egemen sınıflar için bir yönetme zorluğudur. Emperyalizmin sömürüsü için istediği koşulların oluşturulamamasıdır. Bu durum Türk hâkim sınıfları için de geçerlidir. Demokratik haklar için dahi zor ve şiddet, ezilenler için bir mücadele biçimi olarak şekillenir. Bunun yanında bu tür sistemlerin emperyalizm çağında ekonomik-sosyal zemini ve tarihsel olarak siyasal şekillenişi “burjuva demokrasisi” trenini kaçırmasını getirmiştir. Emperyalizmle ilişkisi mutlak gericilik zeminindedir. Bu gericiliğin siyasal biçimi ise faşizmdir. Bu durum Türkiye’de demokrasiyi bir devrim sorunu olarak karşımıza çıkarır. Emperyalizm çağında “burjuva demokratik devrimler” trenini kaçırarak gericileşen ve komprador karakter kazanan büyük burjuvazi, toprak ağaları ile ittifak kurarak siyasal egemenlik kurmuştur. Bu egemen sınıflar ittifakının hâkim olduğu devlet mekanizmasında ulusal sorun da dahil toplumsal sorunlarda demokrasi getirmesi olasılığı tarihsel olarak ortadan kalkmıştır. Bu temelde Türkiye’de sosyal ya da ulusal temelde demokratikleşme meselesi devrimin sorunu olmuştur. Öcalan “demokrasi dışı bir yol yoktur” vurgusuyla sınıfsal, ulusal, sosyal temelde oluşan karşıtlıkların uzlaşmasına işaret etmektedir. Anlaşılması ve kavranması gereken sorun ise egemen olan sınıflar, iki ulus arasındaki çelişkide belirleyen olarak demokratik olmayan tüm şartları, koşulları oluşturmaktadır. Bu uğurda tüm baskı mekanizmaları, silahlanma, örgütlenme biçimleri yaratmakta ve konumlarını sürdürmektedirler. Ezilenler cephesinde bu konumlanmaya karşı “demokrasi dışı” bir yol olmadığını söylemek kasıp kavurucu gericiliğin işini kolaylaştırmaktır.
Ulusal sorunda egemen sınıfların dil, kültür, legal siyaset hakkı vs. gibi meselelerde vereceği tavizlerin bir ilerleme olduğu ancak bütünlüklü toplumsal ve sosyal yapının demokratikleştirmeyi içermeyeceği de söylenmelidir. Ulusal sorunun tam ve kesin çözümü Özgürce Ayrılma Hakkını ezilen ulusun eline almasıdır. Ezilen ulus Özgürce Ayrılma Hakkını eline alamadığında ulusların bir arada demokratik bir eşitlik kazanması sadece bir “ÜTOPYA” olacaktır. Tam hak eşitliğine dayalı özgürce bir arada yaşama ancak ulusun ayrılma hakkını kazanmasıyla olacaktır. Öcalan açıklamasında Özgürce Ayrılma Hakkını reddederek hatta federasyon ve özerklik gibi kısmi statüleri, aşırı milliyetçilik tutumu olarak ifade ederek Kürt ulusal sorununun çözümünde “ÜTOPİK” bir çizgi oluşturmaktadır. Türk egemenliğine dayalı sınırlar unutmayalım ki emperyalistlerin ve “bir ulusun toprak sahipleri ve burjuvazisinin zorbalıklarıyla ve ayrıcalıklarıyla çekilmiş”tir. Bu devlet sınırlarının her değişimini ve Kürt ulusunun en temel hakkını yok saymak, Türk egemenlerinin zorbalıkla gerçekleştirdiği ilhakı meşrulaştırmaktır. Tarihte Marks’ın İngiltere-İrlanda sorununda bu yer değişimi hakkında ve Lenin-Stalin yoldaşın ulusal sorunun çözümüne dair tutumuna ütopik diyen yaklaşımlar çıkmıştır. Bugün de sorunun bu çözüm yoluna Abdullah Öcalan aynı şekilde yaklaşmaktadır. Tarihsel olarak emperyalistlerin ve Türk egemenlerinin baskı, zorbalıkla çizdiği sınırlara bu yaklaşımla onay vermiş olmaktadır. Komünistler bu tutumun tam karşısındadır çünkü bugün egemen ulusların belirlediği sınırlarda ezilen ulusun haklarının gasp edilmesine kapı aralamaktadır.
Girilen Yeni Süreç Bölgesel Gelişmelerin Dayatmasıdır
Abdullah Öcalan nihayetinde son “Çözüm Süreci”nde Dolmabahçe Mutabakatı ile ilan edilen çerçeve etrafında tutumunu inşa etmektedir. Kamuoyuna ilan edilen metinde özet olarak PKK’nin silahlı güçleriyle varlığının demokratikleşme sürecinin önünde engel haline geldiği belirtilmektedir. Önceki süreçte silah bırakma, gelişecek demokratikleşme sürecinin bir sonucu olarak ele alınırken 27 Şubat 2025 tarihli çağrıda silahsızlanma ile demokratikleşmenin önünün açılacağı yaklaşımı benimsenmiştir. Bu durum Abdullah Öcalan için bir geri adımdır. Artık barış için, demokratik hakları kazanmak için silahlı mücadelenin gerekli olmadığını içeren bir yaklaşımdır. Legal-demokratik mücadele araçlarıyla bu hakların kazanılacağı savunulmaktadır.
TC ve A. Öcalan arasında yürüyen tartışmaların bölgesel gelişmeler bağlamında oluştuğu, bu şartların dayatmasıyla geliştiğini belirlemeliyiz. Özellikle 7 Ekim 2023’de Filistin direnişinin El-Aksa Tufanı operasyonu ve onun sonucunda yaşanacak bölgesel gelişmelerle tartışmalar olgunlaşmıştır. Bölgesel değişim ve doğal olarak savaş zemini böylesi bir gelişmeye yataklık etmiştir. Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın bölgesel bütünlük içinde süreci ele alarak tutumunu şekillendirdiğini ifade etmekte mahsur yoktur. Özellikle Suriye’de yaşanan gelişmeler ve benzer gelişmelerin Irak, İran vs.yi de kapsayacağı ve ittifakların buna göre şekillenme mücadelesinin parçasıdır. Yaşanan sürecin ve gelişmelerin düğüm noktasının bölgede oluşan alt üst olma durumu olduğunu tespit etmek gerekiyor. A. Öcalan’la TC arasındaki görüşme, diyalog ve müzakerenin de kapsamının bu olduğu söylenmelidir. En azından TC’nin ABD’nin bölge politikasına en üst düzeyde uyumlanma çabası içinde bu süreci ele aldığı görülmektedir. A. Öcalan’ın ise beklendiğinin aksine Rojava ve Suriye eksenine değinmeden açıklamasını şekillendirmesi, silah bırakmayı konu ederken Rojava’daki askerî-politik-yönetsel gücün gölgesinde ve belki de sigortası altında tutumunu şekillendirdiğini tespit etmek gerekiyor. Yine yaptığı açıklamada PKK’nin Kongresini toplaması gerektiğine değinmektedir. HPG Ana Karargâh Komutanı Murat Karayılan Öcalan’dan henüz çağrı gelmeden önce 6 Şubat’ta şunları ifade etmişti: “PKK Kongresi’nin toplanması ve böylesi bir karar alması gerekir. Bunların hepsini kim yapabilir? Önder Apo yapabilir. Bunun için öncelikle Önder Apo özgür olmalı ve bir yerde özgür bir biçimde, teknik yoluyla mı olur, farklı yöntemlerle mi olur, heyetler yoluyla mı olur, bu tür çalışmalar üzerinde durmalı. Özcesi bir ikna sürecinin gelişmesi gerekiyor ve bunu bir tek Önder Apo yapabilir. Zaten İmralı Zindanı’nda o tecridin altında böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değil.” Karayılan’ın bu açıklaması PKK ve Abdullah Öcalan arasında bir koordinasyonun, çalışmanın olduğunu göstermiştir. Zira PKK Öcalan çağrısına olumlu yanıt verirken ateşkes ilanı yanında Kongrenin güvenliği ve Öcalan’ın önderlik etmesine değinmiştir. Bu durum TC’nin uygun koşulları oluşturma, sürecin istediği noktaya evrilmesi için bazı adımlar atması gerektiğini göstermektedir. Abdullah Öcalan süreç açısından bu yönüyle düğüm noktası olan bir konumlanışa kendisini çekmiştir.
Faşist TC’nin yapılan görüşmelerde atılacak adımlar, sürecin aşamaları noktasında bir planlaması olduğu açıktır. Ancak süreci nasıl ve ne biçimde yöneteceği, beklenen adımları atıp atamayacağı hâlâ belirsizdir. AKP yetkililerinin, Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları sürece Rojava ve Suriye’yi de ekleyen, tehditlerle dolu ve şovenizmi kışkırtan türden. Süreci kuşkusuz bölgesel gelişmeler ve yaşanacak yeni durumlar belirleyecek kabiliyettedir. Türk devletinin bölgeye dair bütünlüklü hesaplarının içinde Kürt meselesinin bir şekilde hal yoluna konulması vardır. Yaptığı hesapların toplamı ise bölgedeki etkisini genişletmek, ekonomik ve siyasi çıkarları yanında mümkünse sınırlarını genişletecek olanakları yaratmak şeklindedir. Faşizm, kökleşmiş Kürt düşmanlığı ile Kürt ulusal haklarının genişlemesini bir varoluşsal tehdit olarak tanımlamasına uygun şekillenmektedir. Var olan karşıtlık faşist diktatörlüğü Kürtleri silahsız, örgütsüz ve dağınık bir konuma düşürmeye odaklıyor. Bu yoğunlaşma onun barış, uzlaşma süreçlerini bir savaş argümanına, fırsatlar yaratma tutumuna itiyor. Durmaksızın Türk halkını Kürtlere karşı kışkırtan şoven kampanyaları bu temeli güçlendirmek için örgütlüyor. Sadece Türk halkını değil Irak, Suriye ve İran egemenlerini ve farklı güçleri de Kürtlere düşmanlığa yönelten, kışkırtan bir siyaset benimsiyor. Faşizm bu yaklaşımıyla Kürtlerle bir barışı değil, daha güçlü saldırma ve Kürt ulusunu kapsamı genişleterek boyunduruk altında tutma planları yapıyor. Faşizmin bu hesapları ile bırakalım Kürt sorununda bir çözümü, sürdürebilir bir “barışı” inşa etme yaklaşımı yoktur.
Sonuç olarak;
Abdullah Öcalan’ın demokratikleşme, iyileştirme ile Türk ve Kürt ulusunun bir arada yaşama koşullarının sağlanacağı yaklaşımı bir yanlışı temsil etmektedir. Sorun Kürt ulusunu boyunduruk altına alan Türk ulus egemenliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun yolu ise ister barış ister savaş yoluyla olsun tam hak eşitliği ve Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının tanınmasıdır. Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı aşırı milliyetçilik değil, uluslara bölünmüş bir çağda bir ulusun en temel hakkıdır. Bunun reddedilmesi Kürt ulusunun özgürlüğü değil Türk egemenliğinin yeni şartlarda sürdürülmesi anlamına gelmektedir.
Abdullah Öcalan’ın legal demokratik mücadele perspektifiyle silahlı mücadeleyi sonlandırması kendisinin ve önderlik ettiği PKK’nin tercihidir. Kürt ulusunun legal-demokratik mücadele hakkı ve bu açıdan özgürlük talebi meşrudur ve gereklidir. Ancak bizler faşist diktatörlüğün demokratik kırıntılara dahi tahammülü olmayan, demokrasi getirme yeteneği bulunmayan bir yapıda olduğunu biliyoruz. Kürt ulusunun inkârına dayalı şekillenişi kıran, Kürt varlığını kabule zorlayan, demokratik alana nefes aldıran mücadele biçimi, hiç kuşkusuz 40 yıldır süren gerilla mücadelesi olmuştur. Kürt Ulusal Hareketinin bu tarihsel tecrübesi bize Kürt ulusunun ve Türkiye halkının kurtuluş için izlemesi gereken mücadele biçimi olduğunu göstermektedir. Biz komünistler Kürt Ulusal Hareketinin bu tecrübesini gerçek kurtuluş için izlenmesi gereken yol olarak sahipleniyoruz.
Halkın savaştırılmasına dayalı bir mücadele hattında durduğumuzu, kurtuluş için bunun dışındaki tüm biçimlerin destekleyici mücadele biçimleri olduğunu savunuyoruz. Kürt ulusunun Türk egemenliği altında ezilmesi, halk yığınlarının yaşadığı derin çelişkileri, ezilen inançlara yönelik baskıları ve tüm sosyal-siyasal çelişkileri yalınkat gericilik olan faşist diktatörlükle bu kesimler arasında derinleştiren bir siyasal saflaştırma yolunu savunuyoruz. Bu çelişkilerin uzlaşma ile teskin edilmesini, reformlarla ve anayasalcı yollarla dizginlenmesini değil kurtuluşu örgütleyecek devrimci öfke ile bileylenmesini savunuyoruz.
Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının ancak Demokratik Halk Devrimi programı ve mücadelesi ile gerçekleşeceğini savunuyoruz. Komünistler iyileştirmeler için mücadeleyi benimser ancak bunu devrim stratejisine bağlamayı esas alır. Kürt ulusal haklarında iyileşme için mücadelemizi sürdüreceğiz ancak Türk devletinin demokratikleştirilme yaklaşımını bir ÜTOPYA olarak mahkûm edeceğiz. Komünistler ister barış isterse savaş zamanında olsun Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkını savunacak, propaganda edecektir. Bunu savunmayan ve yapmayan devrimci, demokrat, ilerici güçler bilmelidir ki Türk şovenizminin güçlenmesine yol açmaktadırlar.
Yaşanan gelişme silahlı mücadele ve devrim fikrini aşındıracak bir ideolojik zemin yaratmaktadır. Reformist, uzlaşmacı akımlar bu gelişmeden cesaret alarak halkı silahsızlandıran, devrim bilincinden koparan yaklaşımlarını güçlendirecektir. Tasfiyecilik akımı güçlenecektir. Yaşanan gelişme, aynı zamanda devrimci ve ilerici güçler için Türk şovenizmine daha güçlü saldırma imkanları yaratacaktır. Yine belli oranda demokratik alanda daha aktif çalışma olanakları, siyasal düşünceleri geniş kitlelere anlatma imkânı oluşacaktır. Komünistler sürecin bu olumlu ve olumsuz yanlarına uygun olarak çelişkileri derinleştirme, keskinleştirme ve politik saflaşmayı güçlendirme çizgisini benimseyecektir.
Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında ulusal sorunun tam ve özgürlükçü çözümü proletaryanın omuzlarına yüklenmiştir. Ezilen ulusların ezen ulusun boyunduruğundan ve dünyayı sarmalayan emperyalist mali sermayenin pençesinden kurtuluşunun yolu ancak proletarya önderliğinde gerçekleşecek devrimlerle olanaklıdır. Emperyalizm çağında ilerici barutunu tüketen burjuvazinin bağımsız, özgür bir ulusal egemenlik yaratma anlayışı tükenmiştir. Bu temelde demokratik devrim yolunda mücadele yürütse de ya sosyalizm yolunda ya da emperyalizme bağımlılık yolunda iki seçenek kalmaktadır. Burjuvazi niteliği gereği emperyalist dünyanın bir parçası olma eğilimini taşımaktadır. Yalınkat gericilik olan emperyalist sisteme bağımlı bir halka olmak ise tüm ilerici ve demokratik niteliklerin berhava olması anlamına gelmektedir. Ezilen halk yığınları gibi ezilen uluslar için de tam ve kesin kurtuluş yolu Halk Demokrasisi yolunda siyasal saflaşmayı sağlamak, kurtuluş için bu devrim yolunda örgütlenmekle olanaklıdır.
Son söz olarak Kürt ulusuna özgürlük, Partimiz önderliğinde Demokratik Halk Devrimi için Halk Savaşı yoluyla gelecektir. Kurtuluş İbrahim Kaypakkaya yoldaşın kızıl güzergâhındadır.
Mart 2025
TKP/ML MK-SB