Son günlerde Suriye gündeminde yeni gelişmelere tanıklık etmekteyiz. 2012 Anayasası yürürlükten kaldırıldı, BAAS feshedildi ve HTŞ lideri Colani “beklenmedik” bir şekilde “geçiş hükümeti”nin Cumhurbaşkanı ilan edildi. Geniş bir kesim için “beklenmedik” olan bu gelişme, realitede şaşırtıcı değildir. HTŞ’nin Suriye’nin geleceği açısından istikrarlı bir yapı olmadığı, geçici bir sürecin öznesi olduğu aşikâr. Ancak SDG ile geçiş hükümeti arasındaki çelişkiler, BAAS rejiminin izleri ve -zayıflatılmış olsa bile- Rus emperyalizmiyle İran etkisi gibi bir dizi engel ortadan kaldırılmadan ABD ve Batılı emperyalistlerin bölgede dört başı mamur bir durumda olduğunu söylemek gerçekçi değil. Nitekim ABD’de burjuva klikler arasındaki dalaşta Trump’ın temsil ettiği kliğin iç politikada kendi durumunu konsolide etme çabası, dolaysız olarak dış politikaya da yansımaktadır. Trump’a ait olduğu iddia edilen “Suriye’den çekileceğiz.” söylemi, şüphesiz bu iç dalaşın dışarıdaki yansımasıdır. Öyle ki Trump “Suriye’den askerlerimizi çekeceğimizi söylemedim. Bunu kimin söylediğini bilmiyorum.” şeklinde bir açıklama yaparak bu iddiayı boşa çıkarmış oldu. Bununla birlikte Trump yönetiminin Suriye politikasında bölgenin nabzını yoklarken tahakküm olanaklarını daraltacak iç ve dış tehlikelere karşı etraflıca düşünüp hareket ettiği söylenebilir. Bu anlamda ABD ile Batılı emperyalistlerin HTŞ ile ilişkilenmesini ve politik hamlelerini, tahakküm olanaklarını genişletmesi bakımından, bölgesel çapta dinin kullanım değeriyle ve burjuva pragmatizmiyle birlikte değerlendirmek gerekir.
Öte yandan SDG ile HTŞ arasında görüşmeler sürmektedir ancak henüz tarafların “entegrasyon” ve Rojava’nın geleceği konusunda hemfikir oldukları söylenemez. Mazlum Abdi daha önce entegrasyon konusunda ılımlı yaklaşımlar sergilemişti. Ancak HTŞ, Kürt ulusal haklarını tanımamakla birlikte kazanımlarını da istismar eden bir pozisyonda konumlanmıştır. SDG’nin entegrasyona dair tutumu, SDG komutanı Ebu Ömer’in “Savunma Bakanlığı ile ilişkileri geliştirmeyi ve örneğin bir kolordu olarak ulusal orduya katılmayı hedefliyoruz.” açıklamasıyla netlik kazanmıştır. Karşılıklı görüşmeler sonucunda entegrasyon gerçekleşecektir ancak entegrasyonun nasıl olacağına, biçimine ve işleyişine dair halihazırda taraflar arasında net bir sonuca varılmadığı da ortadadır. Bununla birlikte SDG, geçici hükümetle müzakere etme yaklaşımını da sürdürmektedir ancak bu konuda daha temkinli hareket ettiği görülebilir.
Rojava’nın akıbetine dair tartışmalar çekişmeli bir biçim kazanırken KDP bu süreçte emperyalistlerle ve bölge gerici güçleriyle temaslar kurarak süreçte rol almak istediğini açık etmiştir. ABD emperyalizminin KDP’nin bu çabasına engel olmadığı, aksine önünü açmak istediği ortada. Irak parlamentosunun geçtiğimiz günlerde Kerkük meselesinde Kürtlerin de haklarını içeren “üç yasa”yı onaylaması, Barzanilerin Katar egemenleriyle diyaloglarında Rojava meselesinin özel bir başlık olarak ele alınması bunun dolaylı bir örneği oldu. Bu gelişmeler en temelde emperyalistlerin bölgesel dizayn çalışmalarının sonuçlarıdır. Bu bağlamda ABD emperyalizminin Orta Doğu’da kendi güdümündeki yerel güçler arasında sağlamaya çalıştığı denge siyaseti, uzun ve kısa vadede hegemonik emellerini gerçekleştirmesinin zorunlu ön koşuludur diyebiliriz.
İMRALI TARTIŞMALARI
“Yeni süreç” ekseninde Kürtleri ne beklediği merak konusudur. “Şeffaf” yürütüleceği taahhüt edilen sürecin hiç de şeffaf yürütülmediği ortadadır. DEM Parti ile Öcalan arasında şimdiye kadar bir dizi görüşme gerçekleşti. Bu görüşmelerin içeriğinde neler olduğu, TC ile hangi konularda pazarlık yapıldığı gibi önemli sorular yanıtsız kalmaktadır. Öte yandan TC “çözüm”e dair umut verici(!) söylemlerde bulunsa da Kürt ulusunun kazanımlarına ve demokratik haklarına saldırmaya devam etmektedir. Rojava’nın statü kazanma olasılığı güçlendikçe PKK’nin “tek taraflı” silah bırakmasında ısrarcı olan TC, gelinen aşamada Kürt Ulusal Hareketine ülke içerisinde yaşam hakkı tanımamakta, Tişrin Barajı’na saldırarak “ya silahları göm ya da öl” mesajı vermektedir. PKK liderleri ise faşist TC’nin barış martavalıyla Kürt Ulusal Mücadelesini tasfiye etmek istediğinin farkındadır ve PKK’nin peşinen masaya oturmayacağını açıkça belirtmektedirler. Ancak yine de Öcalan’ın tutumunun PKK’nin adı konulmamış süreçte nasıl bir yol izleyeceği konusunda belirleyici olacağı ortadadır. Sabri Ok’un “Ömer Çelik, ‘Pazarlık yok, müzakere yok, bilmem ne yok’ diyor. Peki, sormazlar mı o zaman ne var diye? Sadece ‘PKK silah bıraksın, Rêber Apo silahı bırakın desin’ diyorlar. Rêber Apo 2013 yılında da söyledi, bugün de söylüyor; eğer özgür olmazsa, ağır tecrit kalkmazsa, koşulları değişmezse o zaman bir adım atılamaz.” açıklaması yine KCK’nin İmralı ve “süreç” hakkındaki tutumuna dair emareler sunmaktadır. Öcalan ve faşist kliklerle görüşmelerini sürdüren DEM Parti ise “süreç”ten oldukça “umutlu”!
Ömer Öcalan katıldığı bir programda A. Öcalan ile yaptığı görüşmeye dair şu aktarımlarda bulunmuştu: “(…) Türkiye kendini çözüm için hazırlamazsa, gelecekte Suriye, Irak, İran ve uluslararası güçlerin birçok planı var dedi. Buralarda devlet ilan edilmesi ihtimali de var. (…) Bu mesele çözülürse yaşam kapısı herkese açılır, bu mesele çözülmezse Türkiye Anadolu’ya çekilir ve cehennemini yaşar.” Bu aktarımlardan Öcalan’ın uzlaşmacı paradigmada ısrarcı olduğunu, ezen ulus egemenlerini “Kürt devleti tehlikesi”ne karşı uyardığını görüyoruz.
Yine Mazlum Abdi, Öcalan’ın yapacağı çağrıya ilişkin “PKK Türk devleti ile uzlaşacak.” açıklamasıyla PKK ile TC arasındaki savaşta taraf olmadıklarını belirtmişti. Rojava’nın özerk statüsünün tanınmasında emperyalistlerin izlediği denge politikasında Türk egemen sınıflarının istemlerini hesaba kattığı ortadadır. Öcalan’ın yapacağı çağrının içeriğine dair SDG’nin de bilgi sahibi olduğu açıktır. Dolayısıyla ABD ve Batı emperyalizminin hakemliğinde müzakere görüşmeleri için TC, İmralı ve Rojava arasında kurulan dirsek temaslarında olasılıklar dahilinde ön görmemiz gereken TC’nin Rojava’daki yapı için de fırsattan istifade koşulları zorlayıp Öcalan’a tasfiye çağrısı yaptırmasıdır. Bununla birlikte TC’nin SDG ile diplomatik ilişkiler kurmak için bir çabası söz konusudur.
Son olarak 15 Şubat’ta yapılması beklenen çağrıya dair Öcalan’ın PKK’nin Türkiye’ye karşı savaşa, eylemlerine son vermesini talep edeceği, Rojava’daki PKK’li savaşçıların Suriye’den ayrılması için çağrı yapacağı, bu anlamda Rojava konusunda Suriye’de bir çözüme gidilmesi ve YPG’nin TC için bir tehdit olarak algılanmasından vazgeçilecek tedbirlerin alınması gibi bir dizi kulis iddiaları gündemde. Bu iddiaların gerçekliği nedir bilmiyoruz. Ancak olasılıklar ve güncel politik gelişmeler bu iddiaların gerçekleşme olasılığını güçlendirmektedir. Sonuçta, bu “süreç”in adı “barış” olarak konsa bile TC için Kürtlerin ulusal haklarını tanımak, bu bağlamda müzakere etmek gibi bir durum söz konusu değildir. Faşist TC, Kürt Ulusal Mücadelesini boğazlamak için sabırsızlanmaktadır. Aksini düşünmek, Kürt ulusal mücadelesinin boğazındaki faşist elleri görmezden gelmek olur. Bir kez daha altını çizmemiz gereken Türk egemen sınıflarına karşı Kürt Ulusal Mücadelesinin haklılığını savunmak, bu mücadeleyi geliştirmek ve nihayetinde Kürt ulusunun kendi yazgısını belirleyebilmesini sağlamada yol gösterici olmaktır.