19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesine yapılan operasyon bir kitle hareketinin doğmasına neden oldu. Üniversitelilerin, kendi talepleriyle bu harekete katılmasını engellemek, sindirmek, korkutmak için devlet açıkça saldırıya geçti. Uygulanan şiddet ve işkence yöntemleri saldırının boyutuna işaret ederken kötü muamele geniş bir tepkiye neden oldu. Devlet yetkililer gözaltında ve hapishanelerdeki işkenceyi örtbas etmek için kolları sıvamış durumda: Kötü muameleden sorumlu tutulanlar yaşananların üstünü örten açıklamalar yapmaktalar. Tepkileri bastırmanın yanı sıra devletin aklanmasına dönük bu telaş gerçeği kapatamamaktadır.
Bir devlet geleneği olan işkencenin “demokratikleşme” söyleminin aksine ihtiyaç duyulduğunda nasıl devreye sokulduğunu gördük, yaşadık. Devrimciler, komünistler için bilindik bu gerçeklik gelecekleri için mücadeleye atılmış bugünkü gençlik için yenidir. Devletin baskısına, sindirme yöntemlerine tanık olsalar da gözaltı ve hapishane işkencesini ilk kez yaşıyorlar. Devletin, yönetme krizi derinleştikçe daha da saldırganlaşmasının bir sonucu olan işkence uzun bir dönemdir sadece gözaltı ve hapishanelerde değil, sokakta rutin bir polis terörü olarak yaşanmaktadır. Mevcut tabloda “devlet emanetindekiler” tüm kurumlarda işkence görmektedir. Karakolda başlayan, adliyede devam eden ve hapishanede süren bu zorbalığın alt edilmesi ancak direnişle ve bir ortak tavırla mümkündür. Konu bağlamında üstünden atlanmayacak noktalardan biri de devletin işkenceyi kitlelere kanıksatmasıdır. Gazetelerin üçüncü sayfalarında, magazin listelerinde yer bulan polis şiddeti bu ülkenin bir rutinidir. Antalya’da maaşını isteyen işçinin elleri-ayakları bağlanarak dövülmesi, dişlerinin çekilmesi, ağzına böcek konması… Ümraniye’de polisle girdiği çatışmada bir kadın polisi öldürmesinden ötürü üzerine çöp poşeti geçirilen ve hayvan izleme aracıyla adliyeye sevk edilen şahsa adliye koridorlarında devam eden işkencenin görüntüleri hâlâ hafızalardadır. Benzer sayısız işkence görüntüsüyle devlet topluma sürekli bir mesaj vermekte, devlet eliyle işkence meşrulaştırılmakta. Bu saldırı devrimciler söz konusu olduğunda daha da boyutlanmaktadır.
Ülkemiz topraklarında devletin halkı iradesizleştirmek amacıyla yaptığı işkencelerin komünist ve devrimciler tarafından bertaraf edilmesinin sayısız örneği var. Devletin güç gösterisinde bulunduğu bu yöntem defalarca paçavraya dönüştürülmüştür. Sorun şu ki bu devrimci birikim yeni kuşak için bir rehbere dönüşmüş değildir. Bu zayıflık mücadelemizin bir sorunudur; sokağa çıkan, eyleme giden geniş kitlelerin sorunu olmaktan öte bizim sorunumuz olarak yaşanmaktadır.
İşkencelerden başı dik çıkanlar devraldıkları bir mirası sürdürdüler, mirası büyüttüler; bu mirası direnişleri ile çoğaltarak yarınlara devrettiler. Onları bu tavra iten kuşkusuz sahip oldukları ideoloji, yürüttükleri haklı dava ve kitlelere duydukları güvendi. İşkencehanelerdeki direnişi bu gerçekten kopartarak ele aldığımızda direnişin mücadele içindeki anlamını kavramaz ve bireysel tavırlar olarak düşünürüz. Genel bir ifadeyle düşman karşısındaki duruş, mücadele içindeki duruşumuzdan bağımsız değildir.
MÜCADELENİN KAÇINILMAZ ADRESİDİR İŞKENCEHANELER
Devrim mücadelesinin içinde olan herkesin biçimi, boyutu, nedeni farklı olsa da yaşadığı durumlardan biridir gözaltı ve tutuklama. Özellikle günümüz koşullarında devletin, “barışçıl” olarak tanımlanan eylemleri dahi kriminalize etmeyi hedeflediği, demokratik mücadele yöntemlerini tehdit olarak gördüğü böylesi dönemlerde, bu tür saldırıların gerçekleşme olasılığı çok daha yüksektir. Bu saldırılar karşısında sergilenecek her tutum, devletin bu politikalarını boşa çıkarma potansiyeline sahiptir. 19 Mart sonrasında yaşanan gözaltı ve tutuklama saldırılarından da görüldüğü üzere, bu saldırılara karşı nasıl bir tutum alınacağı konusunda ciddi bir yetersizlik söz konusudur. Bu yetersizliği belirleyen temel etken bilinç düzeyidir. Hepimizin dikkatini çeken bir durumdur: Saldırı anlarında çoğu zaman tercih edilen slogan atmak değil, çığlık atmak olmaktadır. Bu, daha geri kitlelerde gözlemlenen bir tepki. Bu noktada öğretici olacak olan, bizim tutum ve tavırlarımızdır.
Saldırılara, kitle tarafından sahiplenilecek sloganlarla karşılık vermek ve bu tutumu, süreç boyunca sürdürmek hayati önemdedir. Gözaltı sürecinde, hastanede ya da adliyede bu kararlı tutumu devam ettirmek, mücadelenin haklılığını ve meşruluğunu her koşul altında yüksek sesle dile getirmek gerekir.
Bir devlet taktiği olarak “gözaltında düşman bilincini” silikleştirmek, kişilerin kişisel özelliklerini çözümleyerek sohbet adı altında bilgi edinmek ve psikolojik işkence yöntemlerini devreye sokmak yaygın bir uygulamadır. Devlet, geçmişte zor yoluyla gerçekleştirdiği sorguları bugün psikolojik yöntemlerle yürütmektedir. Kişiden yanıt alabildiği anda, uyguladığı yöntemi “başarılı” saymakta ve sürdürmektedir. Bu sohbetlerin, çoğu zaman açık bir sorgu biçiminde değil; günlük yaşamda bir arkadaşla yapılan sıradan bir sohbet havasında başladığını bilmek gerekir. Zaten bu aşamalarda yanıtlar alınmaya başladıkça, sorgu süreci derinleştirilmektedir. Bu nedenle, susma hakkı yalnızca kaba, fiziksel işkence koşullarında değil, her durumda kullanılmalıdır. Açlık grevi yapmak, susma hakkını kullanmak gibi temel haklarımız devletin saldırısını protesto etmek, kabul etmemek en doğal hakkımızdır. Gözaltının her aşaması nasıl ki devletin bize karşı kullandığı saldırı aracıdır bu aşamaların tümü bizim açımızdan da saldırıyı kabul etmemenin aracı olmalıdır. Son yıllarda mecburiyetmiş gibi alınan “DNA örneği” gibi yöntemler kabul edilmemesi gereken ve kabul etmeme hakkına sahip olduğumuz işlemlerdir. Devletin hayata geçirdiği bu yöntemlerin ne anlama geldiği çıkan sayısız makale bu dönemde yeniden bulunup okunmalıdır.
DİRENİŞ MEVZİİ HAPİSHANELER!
Sürek avına dönüştürülen operasyonlarında, devletin başvurduğu sindirme ve baskı politikalarının bir uzantısı da hapishaneler olmaktadır. Yasaları dahi ihlal ederek gerçekleştirilen tutuklamalar sonucunda, hapishaneler dönemin en kalabalık “kontrol mekanizmaları”ndan birine dönüşmüştür.
Bu mekânlar, devlet açısından yalnızca birer tutuklama alanı değil, aynı zamanda teslim alma ve irade kırma merkezleridir. Çıplak arama, ayakkabı çıkarma dayatması, bazı hapishanelerde uygulanan parmak izi alma gibi bir dizi uygulama bu yönüyle dikkat çekmektedir. Bugün, çıplak arama uygulaması doğrudan yapılmamakta, tutsağa bir önlük giydirilerek üstünü çıkarması istenmekte ve böylece bu arama “çıplak değilmiş” gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa sorun, bu uygulamanın keyfî, onur kırıcı bir saldırı olmasıdır. Bu nedenle, aramanın “önlükle” yapılması da özünde hedeflenen psikolojik saldırıyı ortadan kaldırmamaktadır. Hapishanelerde uygulanan tecridin yanı sıra, bir dizi keyfî uygulama da yalnızca girişte değil; günlük yaşamın örgütlenmesini sekteye uğratmak, tutsakları yıldırmak amacıyla sistematik biçimde sürdürülmektedir. Son dönemde kamuoyuna yansıyan “ayakta sayım” gibi uygulamalar, geçmişte devrimci tutsaklar tarafından ağır bedeller ödenerek püskürtülmüş olmasına rağmen yeniden denenmektedir. Kitap sınırlamaları ve temel ihtiyaçların karşılanmasındaki engellemeler de bu baskı politikalarının bir parçası olarak kullanılmaktadır. Bu saldırılara karşı direnmek ise ancak, tutsakların tecrit koşullarında yarattığı kolektif yaşamın bir parçası olmakla, birlikte örülen mücadeleyle mümkün olabilmektedir. Bulunduğumuz her yeri bir mücadele alanı olarak kavrayabildiğimiz ölçüde kazanılan hakların neden ve nasıl korunması gerektiğini anlayabiliriz. Bizden önce can bedeli yaratılan değerlerin sürdürücüsü olmak neyi sürdürdüğümüzü tam anlamıyla kavradığımızda mümkündür. Bu kavrayış ise tarihsel birikimi okumak, araştırmak ve anlamakla geliştirilebilir. Sorunumuz “teknik olarak nasıl direnilir” sorusuna indirgenemez; mesele, devrimci kişiliği güçlendirmek, mücadeleyi daha bilinçli ve örgütlü bir şekilde sürdürebilmektir. Ancak bu durumda, devletin her türlü sinsi saldırısını doğru biçimde çözümler ve püskürtebiliriz. Bu bağlamda, burada değindiğimiz her yöntem ve aracın zamanla değişebileceğini göz önünde bulundurmak zorundayız. Her değişimde şaşkınlık yaşamamak, yön kaybetme hissine kapılmamak ve mücadeleyi sürdürebilmek ancak bilinçlenmek ve örgütlenmekle mümkün olacaktır. Bu da önümüzdeki her süreçte temel ön şart olarak kabul edilmelidir.