Egemen sınıfların çıkarlarını koruyan yöneticilerin faşizme yöneldiğini ve milliyetçi söylemlerin her yerde arttığını vurguladığımızda, çok ciddi bir olgudan bahsettiğimizin farkında olmalıyız. Bu durumu hem ekonomik zorlukların olası ağır sonuçları hem de kitlelerin bu sonuçlar karşısında manipülasyona açık olması üzerinden değerlendirmek gerekir. Yoksulluk, sömürü, talan ve giderek daha sık gündeme gelen savaş, önümüzdeki yıllardaki büyük çalkantılarla birleşerek proletaryanın zaferine giden yolu işaret etmektedir. Savaş ve faşizm gerçeği, bugünkü tartışmalar ve dünyada yayılan boğucu atmosfer, moralimizi bozmak yerine umudu büyütmeli ve görevlerimizi hatırlatmalıdır.
Milliyetçiliğin farklı biçimlerde ve birçok yerde yayıldığını belirttik. Süreci objektif değerlendiren herkes için bu tartışmasız bir gerçekliktir. Ancak kimileri, “küreselleşme” çağında milliyetçiliğin etkisini kaybettiğini savunabilir. 2000’li yılların başından itibaren bu yönde ideolojik yönlendirmeler ve siyasî propagandalar yapıldığını biliyoruz. Ekonomik alandaki “muazzam” gelişmeler, iletişim ve bilişim sektöründeki ilerleme ve yoğun göçlerle değişen demografi, milliyetçiliğin alanını daralttığına dair güçlü bir inanç oluşturdu. Ancak çağımız hâlâ emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Kapitalist üretim ilişkileri bu çağın temelini oluşturmaya devam etmektedir. Özel mülkiyetçilik ve artı değer sömürüsü, dünya ekonomisinin temel dinamiğidir. Bu dinamiğin çürüdüğü, sık sık krizler ürettiği ve yoğun şekilde yozlaştığı doğrudur. Ancak sistem değişmemiştir ve egemen güçlerin niteliği de bunu açıkça göstermektedir. Trump ve Elon Musk’ın ABD seçimlerindeki “gösterisi”, bu gerçekliğin bir şov niteliğinde tezahürüdür. Son 10 yıldır, çeşitli figürler aracılığıyla -ki bunlar komik değil, felaketleri çağıran şovlardır- geçmişte kaldığı iddia edilen milliyetçilik ve faşizmin yeniden toplumlara yön vermek üzere “diriltildiğini” görüyoruz.
Milliyetçilik hakkında çok şey yazıldı. Hemen tüm devletlerin kendi tarihlerini “yeniden” yazdıklarında özellikle övündükleri şey uluslarının birliği ve diğer tüm uluslardan farklı olan “karakterleri”dir. Oysa gerçeklik bu değildir. Gerçeklik, toplumsal gelişmenin belli bir evresinde toplumsal üretimin daha büyük ve bütünlüklü bir topluma ihtiyaç duyması, köylü üretim biçimlerinin toplumsal ilerleme karşısında eskimesi ve kapitalist üretimin bir ulusa, dolayısıyla bir ulus devlete yönelmesidir. Toplumsal ilerleme bakımından daha ileri dinamikler edinen topluluklar köylere dayanan düzenleri alt edebilecek bir aşamaya geldiklerinde genelde büyük bir saldırganlıkla bu “tarihsel görevi” yerine getirdiler. Tarihin bu sayfasının “kan ve ateşten harflerle yazıldığı”nı belirtirken Marks kaçınılmaz olanın gerçekleştiğini de açıklar. Kapitalizm belli bir pazar etrafında biriken toplulukların bir ulusa evrilmelerinin sonucudur da. Ortak pazar ortaklaşmış bir dili ve kültürü de yaratmıştır. Bazılarının bunun, “doğal” gelişim değil, devletlerce gerçekleştirilmiş zorbalıkların sonucu olduğunu keşfedip olumsuz bir olay olduğunu ileri sürmekteler. Oysa tarihte zorbalığa, adı devlet olsun olmasın bir otoriter yapıya dayanmayan toplumsal ilerleme yoktur. O nedenle “zor, tarihin ebesidir” denmektedir. Ulusal bağımsızlık için yola çıkmışların ilk kitaplarından olan “Kürdistan’da Zorun Rolü” çalışmasında da temel fikir budur, tekrar hatırlanmalı ve okunmalıdır. Okunmalıdır ki hem ulus bakış açısından hareketle girilen yolun milliyetçi niteliği hem de bu niteliği Marksist bakış açısıyla buluşturma çabası açık seçik görülüp değerlendirilebilsin. Yazıldığı dönemde “ulusalcı bakış açısından beslenen subjektif değerlendirmeleri ve görüşleri” nedeniyle eleştirilse de bu kitabın temel aldığı tarihsel materyalizmin güçlü yapısının hatırlanması bugünkü “savrulmaları” anlamak bakımından yararlı olacaktır. Milliyetçilik tarih sahnesine burjuvaziyle çıkmış ve kapitalizmin tüm gelişimi boyunca tüm toplumlara yön veren, onları biçimlendiren akım olmuştur. Özünde sınıf egemenliğini ifade eden devletin de ulus-devlet biçimini alması bu sürecin kaçınılmaz bir parçasıdır. Kapitalizm ve onun öznesi olan burjuvazi var oldukça “ulus devlet” de varlığını koruyacak, bununla birlikte bu yapı gelişmelere uygun olarak biçimlenecek bir yapı olarak da kavranmalıdır. Özellikle 2000’li yıllara doğru ve sonrasında ulus-devletler döneminin bittiği inancı yerleştiğinde bunun içi boş bir iddia olduğunu, emperyalizm çağında ulus-devletlerin yeniden biçimlenerek temel unsur olmaya devam edeceğini savunduk. Yıllar sonra dünya çapında egemen güçler halen ve belki de o döneme nazaran bugün çok daha açık biçimde ulus-devletleri aracılığıyla hükmetmeye devam ediyorlar.
Söz konusu iddianın içeriği hakkında yapılan tartışmalarda komünistler, bunun, sonuçlarıyla bugün çok daha iyi bilinen, emperyalist “neoliberal politikaların” bir parçası olduğuna dikkat çekmişlerdi. Kapitalizmin gelişimi, işçi sınıfı hareketinin ve halk kitlelerinin mücadelesi sonucunda ulus-devletlerin “sosyal yükümlülükler” taşıyor olması egemen güçlerin çıkarlarıyla çeliştiğinde adım adım ulus devletlerin artık gereksizleştiği uydurmasını yaydılar. Elbette egemenlerin, kendi çıkarları doğrultusunda manipülasyona yönelmeleri anlaşılır bir durumdur. Bizim ilgileneceğimiz, tartışacağımız asıl kısım bunun yaratacağı sonuçlar olmalıdır. Evet, ilkin iddianın gerçekliğini tartışmalıyız; ama bundan sonra iddianın yarattığı etkileri, özellikle de halk üzerinde, devrimci-demokratik hareketler üzerindeki etkilerini değerlendirmemiz gerekir. Bugünkü kimi gelişmelerin ve uzlaşmacı, giderek iş birlikçi anlayışların gösterdiği gibi ezilen ulusların kendi ulus devletlerine sahip olma eğilimlerini inkâr eden tutum bunlardan biridir. Ezilen ulusların kendi devletleri kurma hakkı neden reddedilmektedir? Bir burjuva ilke olmasına rağmen neden bu, sosyalizm kapsamına alınarak “tarihin çöplüğüne” bırakılmaktadır? Ulus devletin ulusal sorunu çözemediği iddiasının gerçekliği nedir?
Bu sorulara yanıt verdiğimizde milliyetçiliğin başka bir yüzünü, emperyalizmi ve onun iş birlikçi unsurlarının korktuğu yüzünü, ezilen uluslar ve halklar bakımından ihmal edilmemesi gereken tarafını görebileceğiz. Bazıları sınıf devrimciliği adına milliyetçiliği bir bütün olarak reddeden tutumlar gösterebilmekte ya da milliyetçiliğin bir burjuva ideolojisi olarak farklı biçimlerde ortaya çıktığı gerçeğini kavramadığı için onunla arasına kalın bir çizgi çekmekten çekinmemekteler. Oysa sınıf mücadelesinde düşmana yönelen tüm güçlerin, çözüme kavuşturulamayan tüm sorunların ihmal edilemez bir önemi vardır. Üstelik bu sadece zaferle ilgili olarak ileri sürülen bir iddia değildir. Düşmana yönelen tüm güçlerin ve çözülemeyen tüm sorunların toplumsal ilerlemenin ihmal edilemez parçaları olduğu için de bu önem kavranmalıdır.
Kürt ulusal burjuvazisinin ve ulusal davaya bağlanarak ulusal baskıdan kurtulmak isteyen ezilen ulus halkının bu yönelimi tarihsel ilerleme bakımından zorunlu bir harekettir. Komünistler, toplumsal ilerlemenin sonunda toplumsal üretimin toplumsal paylaşımla tamamlanacağı bir sisteme (herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına kadar) varılacağını savunurlar. Böyle bir sisteme varılana kadar toplumun her bakımdan ilerlemesi, gelişmesi gerekir. Bu sürecin bir parçası da burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesi, yani üretimin toplumsallaşmasını tamamlayacak süreçtir. Emperyalizm bu sürecin tıkayanı, burjuva toplumlarda oluşmuş tekelciliğin diğer tüm gelişme dinamiklerini kendine bağlayarak engelleyenidir. Ezilen ulusların kendi devletlerini, belki özel olarak da vurgulamak gerekir “bağımsız devletlerini” kurma eğilimi tam da bu düşmana karşı ilerici bir eğilimdir. Bu eğilimi farklı gerekçelerle inkâr etmek ve olanaksızlaştırmak çabası emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak anlamına gelir. Elbette çağımızda kurulacak ulusal devletlerin bağımsız olabilmelerinin koşulu olmadığının bilincindeyiz. O nedenle komünistler “devlet kurma hakkını” devlet kurmakla sınırlandırmazlar. Hatta bu yöndeki gelişimi genellikle milliyetçilikle ayrışma nedeni olarak değerlendirirler. Sözünü ettiğimiz eğilim ulusal baskıdan kurtulma eğilimi olduğu ölçüde tartışmasız devrimcidir. Bu eğilim ezilen ulus burjuvazisinin kendi tahakkümünü kurmasına giden yola girdiğinde tartışmalı hale gelir. Bu nedenle komünistler “kendi devletini kurmaya destek şartlarla ilgilidir” görüşündedirler. Her ezilen ulusun kendi ayrı devleti olmalıdır inancı bir burjuva yaklaşım olarak kabul görmez, eleştirilir. Devlet kurma hakkı tartışmasız desteklenen bir hak olduğu halde “devletin desteklenmesi” şartlara bağlıdır. Bu da söz konusu gelişmenin özelde ezilen ulus halkının ve genelde uluslararası proletaryanın çıkarları bakımından değerlendirilir. Ulus devletin ulusal baskının sonlanmasında bir çözüm olmadığı görüşünün haklı yanları vardır. Ne var ki bu haklılık burjuvazinin tahakkümü ile ilgilidir. Çağımızda artık uluslararası tekelci burjuvazinin tahakkümü söz konusudur ve ulusal burjuva güçler bununla baş edebilecek yetenekte değiller. Bu nedenle emperyalizm çağında ulus devletler ya sosyalizme yönelmenin şartlarında bağımsız bir rota izleyebilirler ya da emperyalizmin tahakkümüne boyun eğerek bağımsızlıklarını yitirirler. Ulus devlet kurmanın ulusal bağımsızlık için yeterli olmadığı inancını kuvvetlendiren öğe aslında ulusun dinamiklerinden çok emperyalizme karşı devrimci yetenekte olmakla ilgilidir. Emperyalizmin çürümüş kapitalist sistem olduğu gerçeğini kavramayanlar ona karşı mücadelenin başarıya muktedir olduğunu da kavrayamazlar. Günümüzün tüm devrimci-demokratik burjuva hareketlerinin temel açmazı bu noktada oluşuyor. Ulus devlet her koşulda ulusun kendi egemenliğini içeren bir olgudur. Kendi egemenliğini ilan ettiği andan itibaren ulus üzerindeki ulusal baskı esasen kalkmış olur. Bundan sonraki süreç ulusal egemenliğini geliştirme sürecidir. Bunun için de ihtiyaç olan şey bağımsızlık iradesi ve bu iradenin kaynağı olan toplumsal ekonomik sistemdir. Emperyalizmin tekelci yapısından ötürü özel mülkiyete dayanan kapitalist bir toplumu emperyalizmle iç içe geliştirmek olanaksızdır. Lenin, Stalin ve Başkan Mao’yu revizyonistlerden, özellikle de Troçkistlerden ayıran temel görüşlerden biridir bu. Halen emperyalizmle iş birliği içinde feodalizmin tamamen ya da esasen tasfiye edilerek (ki bunlar aynı sonuçları içerir) yani kapitalist toplum düzeninin inşa edilebildiğini ileri sürenler olabiliyor. Vakti zamanında bunu savunanlar Lenin’i, Stalin’i ve Mao’yu “aşarak” hareket ettiler, revizyona yöneldiler. Bunu bugün savunmaya başlayanlar ise bambaşka bir teoik kaosun, denebilir ki belirsizlikler keşmekeşinin içinde bu yorumu ileri sürmekteler.
Tam bu noktada ulus devlet kuramının açmazlarını da milliyetçi bir temelde yorumladıklarının farkında değiller. Ezilen ulus hareketlerinin açmazı ulus devleti başarıya ulaştıracak dinamiklerden yoksun olmalarıdır. Yoksa hiçbir ezilen ulus burjuvazisi bile isteye kendi egemenliğinden, kendi çıkarlarını gerçekleştirme doğal eğiliminden vazgeçmez. Ulus devletin ulusal sorunun çözümü için yeterli olmadığı görüşünün temelindeki gerçeklik ezilen ulus burjuvazisinin iş birliği ihtiyacıdır. Bu, “sosyalist devletlerin” varlığında açık ve güçlü bir seçenek olduğu kadar farklı emperyalist devletlerin çıkar çatışmalarının ileri seviyesinde de güçlü bir seçenekti. Bu seçenek zayıfladığında ezilen ulus burjuvazisinin doğal eğilimi de zayıflamaktadır. İçinden geçtiğimiz dönemi, özellikle de Orta Doğu için bu şekilde yorumlamak gerekir. Bu yorum kapsamında ezilen ulusların devlet kurma hakkının miadı dolmuş bir ilke olduğu iddiası ya da ulusal soruna bir çözüm sağlamıyor denerek reddedilmesi emperyalist tahakküme karşı tutarlı, halklara dayanan bir mücadelenin olanaksız görülmesi ile doğrudan ilgilidir. Bunun mümkün olduğunu sadece mücadele içinde kavrayabileceğimizi unutmayarak konu kapsamında teorik çalışmalar yapmak ve bu alanda da mücadeleyi geliştirmek gerekiyor. Orta Doğu’daki son büyük olaylar, hareketler ve gelişmeler bu meselenin devrimler için ne derecede önemli olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla her bir olayın ve hareketin yeniden yeniden değerlendirilmesi, tartışılması öğretici olacaktır. Etrafımızda gördüğümüz ve nihayetinde “milliyetçi” dediğimiz birçok hareketin tarihsel bakımdan taşıdıkları nitelik üzerinde durmamız bu bakımdan özellikle önemlidir. Farklı biçimlerdeki ulusal hareketlerle bağ kurmayı küçümseyen veya ihmal eden düşüncelerin zaafını ortaya koyan örneklerin incelenmesi öğretici olacaktır. Daha önce de dikkat çekmiştik: Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı bir burjuva ilke olarak gelişmiştir. Ulus devlet mekanizması da kapitalist yöndeki gelişmeyle uyumlu, bu gelişmenin tüm ihtiyaçlarına yanıt verebilen mekanizmadır. Bu devlet yapılanmasının sosyalizm sürecinde ulusun bağımsızlık hakkının bir tezahürü, gerçekleşmesi olmaktan öte bir değeri olmayacaktır. Sosyalizm uluslara göre şekillenen ve gelişen bir sistem değildir, o işçi sınıfının çıkarları temelinde kurulan bir sistemdir. Sınıfın çıkarlarının gerçekleşmesi olarak sosyalizm ulusal sorunun köklü çözümünden yanadır. Çünkü uluslar arasında kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasından ötürü oluşmuş ciddi, kapsamlı bir eşitsizlik vardır. Halkların kardeşliği ve işçi sınıfının uluslararası birliği önünde bu eşitsizlik belirleyici bir sorundur. Halkların, hatta işçi sınıfının önce bir ulusal kimliği vardır. Bu kimlik dilde, tarihte, kültürde, ruhi şekillenmede somutlaşır. Uluslar arasındaki eşitsizlik kaçınılmaz olarak halkların kardeşliğini zaafa uğratır, işçi sınıfının birliğini zedeler. Bunu kendi ülkemizde ya da yaşadığımız coğrafyada çok ciddi seviyelerde yaşadığımız gerçeği orta yerdedir. Dolayısıyla bu eşitsizliği ortadan kaldıracak politikaları belirlemek ve tam olarak, layıkıyla savunmak önemli olmaktan çok zorunlu bir görevdir. Bu politika ulusların tam hak eşitliğini savunmak, yani Kendi Kaderini Tayin Hakkını anayasal güvence altında tanımaktır. Sosyalizmin uygulandığı ülkelerde bu ilke tam da bu nedenle savunulmuş, kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Sosyalizm süreçlerinde ulusal sorunun aşıldığı gerçeğini bugün görmezden gelenler “reel sosyalizm” gibi belirsiz bir süreç tanımı içinde bazı iddialarda bulunabilmekteler. Açıkça söylemeliyiz ki “reel” sosyalizm süreçlerinde ulusal sorun ortadan kalkmıştır. Ezilen tüm uluslar tam hak eşitliğine kavuşmuş ve tüm sosyalizm süreci boyunca da gelişen bir güven ilişkisi içinde ulus devletçi anlayışa karşı “birlikte yaşam” örgütlenebilmiştir. Ayrılma hakkını kullanan uluslara aksi yönde hiçbir müdahalede bulunmadığını SSCB’nin ilk döneminden biliyoruz. Polonya SSCB’ye katılmamış kendi ulusal egemenliğini tercih etmiştir. Bu gerçekliğe karşın SSCB’nin dağılmasından itibaren açığa vuran ulusal sorunlar işaret edilerek “tam hak eşitliği”nin çözüm olmadığı ileri sürülmektedir. Oysa SSCB’nin dağılmasından çok önce Sovyetler Birliği’nde kapitalist ekonomi modelinin uygulanmaya başlamış, bu modelin eşitsiz gelişim yasasından ötürü uluslar arasındaki eşitsizlik yeniden üretilmiştir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesi de bu eşitsizliğin sonucu olarak dağılmayla birlikte kendiliğinden gerçekleşmiştir. Özetle burada ne dağılmadan ne yeniden ulus devletlere bölünmenin kaynağı sosyalizmdir. Sosyalizm dönemindeki gelişmeler aksi yöndedir. Kapitalizme dönüldüğünde ise bilindik tüm eşitsizlikler ve dolayısıyla dağılma olasılığı da gündeme gelmiştir. Ayrıca yaşananlar sosyalizmin hiçbir ulusun diline, kültürüne ve tarihsel gerçekliğine zorla asimilasyon uygulanmadığını da açıkça göstermiştir. Her ulus ulusal kimliğini korumuştur. Sosyalizm komünist topluma dönüşmedikçe de ne yeniden burjuva tahakküm olasılığı yok olacaktır ne de ulusal kimlikler. Özel olarak ulusal kimlikler için görüşümüz şudur: ulusal kimlikler sosyalizmden komünizme dek ilerleyen süreçte zorla değil, doğal ve kaçınılmaz asimilasyonla gerçekleşecektir.
Sonuç olarak burjuva dönemin bir sorunu olarak ulusal sorun gene bir burjuva ilke olarak gelişen ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile çözülür. Bu sorunun ve çözümün doğrudan sosyalizme ait olduğu iddiası asılsızdır. Böyle bir iddia “reel sosyalizme” burjuva bir saldırıdır. Sosyalizm bu sorunun çözümünü sağlar ve ulusların tam hak eşitliğiyle uluslar arasındaki tarihsel ve güncel tüm güvensizlikleri ortadan kaldırır. Bu süreç sosyalizm ilerledikçe tamamlanır…
Bu bölümde son olarak, günün getirdiği tartışmalar nedeniyle ezilen ulus milliyetçiliğiyle ezen ulus milliyetçiliğinin birleşmesi sorununa değinmek yararlı olacaktır.
Bunun kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşünmemek gerekir; ama mümkündür de. Sorunun kaynağı “devletçi” düşünme biçimidir. Ulusal ya da halka ait hakların yaratacağı temel sorun tüm egemenler için her zaman devletin birliği ve bütünlüğünün dağılması olmuştur. Bunu bir sorun olarak görenlerin temel yanılgısı devleti halk veya ulus için bir araç olarak görmeleridir. Oysa her devlet belli sınıfların çıkarlarına hizmet eder. Herkesin devleti, ulusun devleti, halkın devleti gibi yanıltıcı kavramlar bu bakımdan problemlidir.