[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu metinlerinden biridir Lozan Antlaşması. Ezilen ulusların özgürce ayrılma hakkının gasp edildiği bu meşum antlaşmanın imzalanmasının üzerinden yüz yıl geçti. Yüz yıldır bu metin Kürtler için statülerinin ve devlet kurma haklarından mahrum bırakılmalarının, emperyalistler ve hâkim ulus devletlerince parçalanmasının sembolü. Osmanlı’nın dağılmasının ve yeni Türk devletinin kuruluşunun temel metinlerinden olan Lozan’ın Kürtler için bugün bu denli önemli olmasının nedeni Lozan’a kadarki süreçlerde Osmanlı’daki ulus hareketlerinin bir çözüme kavuşmasıdır. Ermeniler, Sırplar, Arnavutlar ve Araplar Osmanlı’ya karşı uzun yıllara yayılan isyanlarla bu sorunu bir biçimde “çözüm”e kavuşturdular. Benzer süreç Kürt ulusu için işlememiştir ve bugün bu sorun Türkiye sınırları içerisinde çözüme bağlanmamış bir mesele olarak varlığını sürdürmektedir[1].
Kapitalizmin şafağında ortaya çıkan uluslar 19-20. yüzyıllar arasında ulus hareketleri biçiminde gelişim göstermiş, nihayetinde ayrılarak devletler kurularak sonuçlanmıştır. Özünde bir pazar sorunu olan ulusal meselenin Osmanlı’daki süreci de benzer minvalde olmuştur. Benzer durum Kürt Ulusal Hareketi için geçerli olmamış, Lozan bu tarihsel gaspın akdi olmuştur. İbrahim yoldaş “Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli devletler arasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi eğilimini ve isteğini hiçe sayarak, sınırları pazarlıkla tespit ettiler. Böylece Kürdistan bölgesi İran, Irak ve Türkiye arasında bölündü” [2] sözleriyle Lozan’ın mahiyetini açıklamıştı. Lozan’a kadar diğer ulusal hareketlerin bağımsız devletler kurma hakkı emperyalistlerce özel bir engellemeye tabi tutulmadı. Kürtler bugün Lozan’a dair tepkilerini dile getirirken emperyalistlerin bu gaspını protesto ediyor. Ulusal sorunun temel dinamiklerini emperyalizm bağlamında incelediğimizde Lozan’daki durumun hangi bağlam içerisinde yaşandığını anlamak mümkün.
LOZAN VE EMPERYALİZM ÇAĞINDA ULUSAL SORUN
Kapitalizmin rekabetçi dönemine ait olan ulusal sorunun özü ulusların pazar alanındaki rekabetinin bir sonucuydu. Lenin yoldaşın da ifade ettiği gibi Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağı’nda da bu meselenin mahiyeti değişmemiştir. Ancak emperyalist-kapitalizmde bu sorunun çözümüne dair bir farklılık söz konusudur. Emperyalizmin mali sömürüsünün ve pazar alanlarına dair rekabetin geldiği aşama ulusal sorunu burjuvazinin önderliğinde “demokratik” bir çözümden uzaklaştırmıştır. Kapitalizmdeki ulusların olumlu eylemi emperyalizm çağında artık köstekleyici bir niteliğe evrilmiştir. Emperyalist sömürü zincirinin geldiği aşama da artık bu zincirin dışında hiçbir bağımsızlığa izin vermeyen bir emperyalizm gerçekliğini ortaya çıkarmıştır. Bu, emperyalizm çağında ulusların devletler kuramayacağı anlamına gelmez kuşkusuz. Nitekim Kosova ve Karadağ da yakın tarihlerde kurulan devletlerdir. Ancak burada önemli nokta emperyalizmin sunduğu “çözüm”ün emperyalizme bağımlı devletlerle sınırlı oluşudur.
Ulusal burjuvazinin tüm isteğine rağmen gerçekliğinde kendi pazarına hâkim olma ve bu uğurda yürüteceği mücadele emperyalizmin ortaya çıkardığı yeni iktisadi ve siyasal durum içerisinde mümkün değildir. Bu durum karşımıza iki yeni durum çıkarır. Birincisi ezilen ulus burjuvazisi emperyalizmden kaynaklanan yeni durumda sınıfsal niteliği ve çıkarları bağlamında yeni bir nitelik kazanır. İkincisi, ezen bağımlı ulusun varlığı da artık kendinden menkul bir durumdan çıkıp emperyalizmin bir unsuru haline gelmiştir.Emperyalizm koşullarında ekonomik ve siyasi yapıyı dikkate alındığımızda pazar sorunu yani ulusal sorun bir iç̧ sorun olmaktan çıkmış, emperyalizmle ilgili bir sorun niteliği kazanmıştır.[3]
Eski çağdan devreden ve bugün artık proletaryanın omuzlarında bir görev olan ulusal sorun bizimki gibi ülkelerde feodalizmin etkisiyle de bir nitelik kazanır. Feodalizmin varlığı emperyalizmle kurduğu bağ itibariyle bulunduğu ülkede ulusal sorunu çözmez aksine daha sıkı bir biçimde engellemeye girişir. Lozan sonrası Türk hâkim sınıflarının Kürt milli hareketine dönük acımasız milli zulmü de tam da bu ilişki içerisinde anlam kazanmaktadır.
Bu bağlamda Lozan’daki sonuç uzun erimli bir arka plana sahip esasta da emperyalizm gerçekliğinde şekillenen bir süreçtir. Emperyalizmin Lozan’daki tutumu kuşkusuz Lozan ile sınırlı kalmadı. Benzer bir bölme durumu Filistin toprakları, Hindistan, sonrasında Balkanlar için de yaşanmıştır. Bu, emperyalizmin ulusal sorundaki tutumunu yansıtması bakımından önemlidir. Lozan bugün bakımından emperyalizmin varlığı ve Türk devletiyle olan ilişkileri nedeniyle günceldir.
LOZAN ÖNCESİ POLİTİK ARKA PLAN
Lozan’a gelmeden önceki süreç de yine oldukça karmaşık ve bir dizi tarihsel gelişmeyi barındırıyor. Osmanlı’dan TC’nin kuruluşuna doğru gelişen sürece önderlik eden Kemalistlerin kumanda ettiği sürece ve öncesi politik gelişmelere Lozan bağlamında bakmak faydalı olacaktır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın etkilerinin olduğu bu süreçte Osmanlı’nın Almanlarla kurduğu ittifak yenilmişti. Emperyalistler özellikle Arapların yaşadığı coğrafyalarda petrol ve hammadde kaynaklarına yönelmiş ve bu doğrultuda güdümünde olan devletler kurmuşlardı. Emperyalistlerin bu müdahalesi Irak ve Suriye Kürdistanı için statü şansını halihazırda Lozan öncesi ortadan kaldırmıştı. 1920’de imzalanan Sevr ise Kürtler ve Ermeniler için daha iyimser bir hava oluşturmuştu. Kürtlerin o yıllarda ve öncesinde de Şeyh Ubeydullah, Şeyh Mehmud Berzenci ve Sımko Şekak isyanları hariç bağımsızlığa dair bir girişimleri olmadı.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası TC’nin temellerinin atıldığı süreçte diğer azınlık milliyetler bir biçimde ayrılmış ya da bastırılmıştı. O tarihe kadar Kürtlerle “ümmet” temelinde kurulan bir siyasal ittifak söz konusuydu. Kemalistlerin Kürtlerin bağımsızlık talebine karşı önlemleri de “özerk-otonomi” vaadiydi. Erzurum Kongresi’nde UKKTH’ye değiniler ve İslam kardeşliği vurgusu tam da bu politikanın bir sonucuydu. Bu durum kongre beyannamesine şu sözlerle yansıyacaktı: “Trabzon Vilayeti ve Canik Sancağı ile Vilayat-ı Şarkiye adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilayetleri ve bu saha içindeki bağımsız sancaklar hiçbir sebep ve bahane ile yekdiğerinden ve Osmanlı camiasından ayrılmak imkânı tasavvur edilemeyen bir bütündür. Saadet ve felakette tam ortaklığı kabul eder ve mukadderatı hakkında aynı maksadı hedef alır. Bu sahada yaşayan bütün İslami unsurlar yekdiğerine karşı karşılıklı bir fedakârlık hissiyle dolu ve ırki ve toplumsal vaziyetlerine riâyetkar, öz kardeşlerdir.” Aynı beyannamenin 8. Maddesinde de UKKTH’ye “Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin ettiği bu tarihî çağda, Merkezî Hükümetimizin de, milletin iradesine uyması zorunludur. Çünkü millî iradeye dayanmayan herhangi bir hükümetin kendiliğinden alacağı kararlara, milletçe itaat edilmeyeceği gibi; bu kararların, dışta da geçerli olmadığı ve olamayacağı, şimdiye kadar bu yoldaki davranışların olumsuz sonuçlarıyla ispatlanmıştır” ifadeleriyle vurgu yapılmıştır. Ermeni tehdidine karşı Kürtlerin desteğini alma politikasının bir ürünü olan bu politika aynı zamanda Kürt hareketinin bağımsızlıkçı bir çizgiye evrilmemesi hesabı da taşıyordu. Erzurum’un devamı niteliğindeki Sivas Kongresi’nde de benzer yaklaşım sürdürülmüş, etnik farklılıkların gözetildiği “ortak vatan” vurgusu öne çıkarılmıştır. Yine Amasya Protokolü’nde de özerklikle sınırlandırılmış kimi “haklara” dair ifadeleri görüyoruz.
Erzurum-Sivas Kongreleri ve Amasya’da Kürtler nezdinde sürdürülen olumlu hava Kemalistlerin hükümet kurma sürecinde de devam etti. Meclis, Kürdistan mebuslarının (o dönem coğrafi bir ad olarak kullanılıyordu) ulusal kıyafetleriyle katıldıkları oturumlara sahne oluyordu. M. Kemal, Kürtler-Türkler arasındaki ortaklığa vurgu yapan ateşli nutuklar atıyordu. Amasya Protokolü’nün yarattığı havanın etkisi mecliste sürdürülüyordu.
Lozan öncesi Kürtler için yaratılan “iyimser” hava ve otonomi vaatlerine aldanmayanlar da oldu. 1921’de Koçgiri’de Kürt Teali Cemiyeti’yle yakın ilişkide olan Alişer ve Baytar Nuri Dersimi önderliğinde bir isyan başladı. İsyancılar, özerklik ve vaatleri kabul etmemiş Sevr Antlaşması’nın uygulanmasını ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elâzığ, Dersim ve Koçgiri’den oluşan bağımsız Kürdistan kurulmasını savunmuşlardır. M. Kemal, Koçgiri önderlerine Sivas ve Erzurum kongrelerinin Kürtleri de kapsadığını hatırlatmış ve mebusluk teklifinde bulunmuştur. Teklifi reddeden Alişer ve Nuri Dersimi teklifi kabul eden Diyap Ağa gibi mebusları da hain ilan etmişlerdir. [4] İsyan karşısında sıkışan Türk hükümeti Topal Osman ve çetelerinin desteğiyle isyanı bastırmıştır.
Lozan öncesi süreçte emperyalistlerin bölgedeki durumuna da kısaca değinmek gerekiyor. Nitekim 1. EPS sonrası gelişmeler emperyalistlerin Kemalistlerle kurduğu bağ ile dolayımsız bir ilişki içindedir. Kemalistlerle yeni bir cumhuriyetin temeli atılırken konjonktür bağlamında şekillenen ilişkiler söz konusudur. İngiliz ve Fransızlar Arap Yarımadası, Irak ve Suriye’de kurdukları manda hükümetleriyle bir başarı elde etmelerine rağmen bölgeyi siyasal anlamda yönetme ve buna süreklilik kazandırma noktasında zorluklar yaşamaktaydılar. Halifelik sorununun yarattığı gerginlikler ve yerel çatışmalar, Irak Kürdistanı’ndaki ayaklanmalar ve en önemlisi de 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin ezilen ulusların kurtuluş mücadelesine olan etkisi ve moral gücü emperyalistleri yeni politikalara sevk etmiştir.Kemalistlerle ilişki bu bakımdan işlevli bir politik hamle anlamı taşıyordu. [5]
CUMHURİYETİN İLANI VE LOZAN
Kürtlere dönük tüm vaatler ve “kurucu unsur” nitelemesi cumhuriyetin ilanıyla birlikte ortadan kalktı. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağalarının çıkarları Kürtlerin inkârı üzerine kurulan tekçi ulus-devlet politikaları uygulamayı beraberinde getirdi. Türklük temelinde tek ulusun hâkim olduğu bir cumhuriyetin temelleri atılmış, “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu” değiştirilemez bir Anayasa maddesi olarak devletin kuruluş kodu haline gelmiştir. Bu aşamadan sonra Türk devleti açısından Kürtlere dönük iyimser vaatler yerini inkârcı ve baskıcı bir politikaya bırakmıştır.
Kürtler “ortak vatan” vaadine aldanmanın bedelini Paris ve Lozan’da ağır ödediler. Eski Stockholm Elçisi Şerif Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nu temsilen, 1919’da katıldığı Paris Barış Konferansı esnasında, Türk delegasyonundan istifa edip Kürdistan delegasyonu olarak görüşmelere katılmış, ‘‘Kürt Halkının Talepleri Üzerine Nota- Memorandum sur les revendications du peuple Kurde’’ metniyle Kürtlerin bağımsız bir devlet kurma hakkı olduğunu savunmuştu. Kemalistler yandaş Kürtlerle konferansa mektuplar yollayarak Şerif Paşa’nın Kürt temsilini ortadan kaldırmaya çalışmış sonrasında ise suikast tehdidiyle onu konferansı terk etmeye zorlamışlardır. Benzer bir durum Lozan’da da yaşanacaktı.
Lozan’da Türk tarafı ile İngiliz emperyalistleri arasında Musul-Kerkük gündemli tartışma konferansın Kürtler için ne anlam ifade ettiğini anlamak adına çarpıcıdır. İnönü Kerkük-Musul için yapılan tartışmada sunduğu nüfus raporlarında Kerkük’te Kürtlerin ve Türkmenlerin çoğunlukta olduğunu dile getirmiş, Lord Curzon ise Arap ve Kürtlerin nüfus bakımından egemen olduklarını dolayısıyla bu bölgede Türk tarafının hak iddia edemeyeceğini savunuyordu. Ancak iki tarafında üzerinde ortaklaştığı nokta Kürtlerin statüleri ve haklarına dair vurgulardan kaçınmaları olmuştur. Emperyalistler bölgedeki petrol ve bunların işlenmesine dair çıkarları için Kürtlerin varlığını kabul etmesine rağmen yine çıkarları uğruna bu varlığın bağımsızlık hakkını dillendirmekten kaçınmıştır Lozan’da.
Kemalistlerin İngiliz emperyalizminin çıkarlarını gözeten tutumu ve cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte emperyalizme göbekten bağımlı bir sosyo-ekonomik yapı kazanması emperyalizmin Sevr’deki pozisyonlarını değiştirmesiyle sonuçlanmıştır. Bu pazarlıkların bir sonucu olarak, Lozan ve sonraki anlaşmalar Kürdistan coğrafyasının parçalanması, Kürtlerin ulusal ve kolektif haklarının yok sayılması üzerinden şekillendi. Emperyalizm için “petrol kandan daha değerli”ydi ve Kürtlerin devlet kurma hakları kendi çıkarları için pekâlâ gasp edilebilirdi. Bu ulusal soruna yaklaşım da emperyalizmin alamet-i farikasıdır.
Kürt milli hareketinin Lozan ve Lozan öncesi süreçteki dağınıklığı da önemli bir noktadır. Emperyalistlerin ve Türk devletinin bu politikalarına karşı koyabilecek bir ulusal birlik ve örgütlenmenin olmayışı bu bakımdan egemenlerin elini güçlendirmiştir. Lozan sonrası ve hemen öncesindeki isyanlar bu parçalanmışlığı gözler önüne seriyor. Aşiret ve aşiretlerin egemenlik bölgeleriyle sınırlı bir ulusal hareket söz konusudur.
Son olarak, Lozan’a dair değerlendirmelerde öne çıkan kimi yanlış yaklaşımlara da değinmek gerekiyor. Kürt Ulusal Hareketinin bugünden geçmişe dair değerlendirmelerinde kimi çarpıtmalar da söz konusudur. Özellikle Sovyet-Türkiye ilişkileri öne çıkarılarak Sovyetlerin UKKTH’yi desteklemeyerek Türkleri Kurtuluş Savaşında desteklediği görüşü en yaygın olanıdır. Bu büyük oranda bir çarpıtmadan ve tek yanlı bir değerlendirmeden maluldür. Sovyetlerin UKKTH’ye yaklaşımı Lenin yoldaşın yaklaşımıdır ve bu, o döneme kadar ulusal soruna dair en kapsamlı ve doğru yaklaşımı içerir. Diğer bir nokta ise emperyalizmden çözüm bekleyen ve Wilson İlkeleri’ne bel bağlayan tutumdur. Wilson self-determination hakkını emperyalistlerin çıkarları bağlamında 1. EPS’nin yenilen devletleriyle sınırlıyordu. Bu hak aynı zamanda “kendilerini yönetme becerisi” gibi ucube bir gerekçe ile de ulusların manda himayesine alınması gerektiği savunusunu içeriyordu.
Lozan’ın yüzüncü yılında TC, bu kurucu metne sadık kalmayı sürdürüyor. Kürtlerin en ufak hak talebi dahi bugün “bölücülük” parantezinde devletin gadriyle karşılık buluyor. Emperyalistler Rojava’da olduğu gibi kendi çıkarları uğruna Kürtlerin kazanımlarını, ulusal kolektif haklarını gasp etmeyi sürdürüyor. Bu da bir kez daha ezilen ulusların kurtuluşu için emperyalizme ve onun yerli uşaklarına karşı mücadelenin zorunluluğunu bize gösteriyor. Lozan ancak bu mücadele ile tarihin çöplüğüne atılabilir!