“Marmaray’da” ya da “Galata Kulesi’nde intihar” haberlerine biraz daha sık rastladığımız son yıllarda toplanan verilere göre Türkiye’de intihar olayları artıyor. Bu durum hem ekonomik koşulların kötüleştiğine işaret eder hem de toplumsal olarak umutsuzluğun derinleştiğine…
İntihar kavramı, kapitalist sistemin sömürü çarkına su taşıyan anaakım psikolojinin ona bağımlı ölçütleriyle sınırlandırdığı ve değerlendirdiği bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki sistem, insanın emeğiyle birlikte ruhsallığını da kendi çarkının etkin gücü haline getirir. Psikopatolojiyi bireye indirgeyerek kendi pazarını kuran, bu pazardaki “kurtarıcı” rolüyle failliğini meşrulaştıran kapitalist zorbalık ve onun “bilimsel” metotları intiharı da elbette hakikatiyle birlikte ele almayacaktır.
Türkiye’de ekonomik-siyasi krizin büyüdüğü, baskı ve faşizmin sopasını bir an olsun elinden bırakmadığı süreçte intihar vakalarındaki artış göze çarpmaktadır. Bununla eşzamanlı olarak Türkiye’de antidepresan ilaçlarının kullanımı da yüzde 60 oranında seyrediyor. Antidepresanların kullanımının verilerini elde edilebilsek de onunla birlikte ya da ondan tamamen ayrı bir biçimde kullanılan yasaklı uyuşturucu maddelerin kullanımının verilerine tam olarak ya da yaklaşık olarak ulaşmamız zor. Buna rağmen bu maddelere erişimdeki kolaylığın önemli oranda farkındayız ve bu maddelerin kullanımındaki artış da gözlemlenebilir.
Bireysel öfkenin bir toplumsal sorun olarak ele alınamaması ve toplumsal sorunların nihayet her halk hareketinin kaynağı olmasından hareketle bir halk hareketine doğru ilerlememesi için erişiminin kolaylaştırıldığı “sakinleştiricilerin” kullanımındaki bu yüksek artış, ekonomik-siyasî kriz girdabından çıkamayan ve insanları ölümün eşiğine kadar getiren faşizm için oldukça keyif verici olmalı. Tüm bu çabaya karşın eylemselleşen intiharlar ise gündemimizden eksik olmuyor. O denli normalleştirilmiş bir durumda ki, intiharı yaratan duruma değil gerçekleşmesine, dolayısıyla intihar edene karşı öfkesini gizlemeden gösteren bir yığın ile karşı karşıyayız. Bu noktada temelsiz tartışılan intihar durumu, tartışmayı yanlılaştırmaktadır. Bu yanlılık, intiharı yaratan sistemden yana bir tutumdur aslında.
EYLEMİN BİREYSELLİĞİ ONU APOLİTİKLEŞTİRMEZ
Marks, 1846 yılında kaleme aldığı “Peuchet: İntihar Üzerine” başlıklı metninde, Fransız Devrimi ve dönemin siyasî süreçlerini yaşayan Jacques Peuchet’in kitabından alıntılara yer verir. Bu alıntılarla temellendirdiği metni kaleme alırken şöyle der: “Sadece proleterler için biraz ekmek ve biraz eğitim sağlama sorunu ile ilgilenen ve sadece işçilerin toplumun şu anki durumu yüzünden sıkıntı çektiğini düşünen aksi takdirde, şu an var olan dünyanın var olması muhtemel dünyalar içinde en iyisi olduğunu savunan hayırsever burjuva düşüncesinin dayanaklarını gösterebilir.” Burjuva toplumun yüksek devlet memurunun anılarını dayanak göstererek yaptığı intihar eleştirisi, Marks’ın egemen sınıfı alaşağı etmesindeki ustalığının eseridir. Bununla birlikte, Peuchet ve Marks, intihar olgusu üzerinden bunun toplumsal örgütlenme dinamiğinin kötülüğünün belirtisi olduğuna değinir. Var olan bu kötülüğün sonucu olarak yoksulluk görülür. Sanayinin durgunlaştığı ve ekonomi kriz dönemlerinde intiharın artarak salgın gibi yayıldığını ifade ederler.
Özkıyım (intihar) üzerine, feodal toplumlarda ve dinlerce tabular kurulmuş, yasaklar konmuş ve hatta intihar edenin cehenneme gideceğine dair keskin bir görüş bildirilmiştir. İntihar, tüm dinlerde ahlakî olarak mahkûm edilmiştir. Dinî akımlarda bunun temel nedeni hayatın, burada özel olarak canın yaratıcıya ait olduğu fikri olsa da intihara karşı bir ahlakî normun neredeyse en başından beri bilinçlerde yer edindiğini söylemeliyiz.
Tüm bu yasaklama, dışlama ve cehennem kesinliğine rağmen intihar neden önlenememektedir? Bu soruya şöyle cevap verir Marks ve Peuchet: “Tüm Avrupa’ya hükmeden akıldışı kurumların nasıl ulusların kanını ve yaşamını tükettiğini, uygarlaşmış adaletin tehlikeli kararlarını onaylatmak için hapishaneler, cezalandırmalar ve ölüm araçları tarafından etrafının nasıl sıkıca sarıldığını gördüğümüzde; her anlamda sefalete terkedilmiş sınıfların sayısal büyüklüğünü ve acımasız aşağılamalarla hırpalanan, önlem olsun diye ya da belki de onları sefilliklerinden kurtarmak için toplum dışına itilmiş insanları gördüğümüzde, tüm bunlara tanık olduğumuzda, çoğunlukla geleneklerimizi, önyargılarımızı, kanunlarımızı ve ahlakımızı ayaklar altına alan bir varoluşa saygı duyması için neyin bize, bu insanlara emretme hakkını verdiğini anlayamayız. […] eğer intihardan birisi suçlanacaksa suçlanması gereken geride kalan insanlardır, çünkü bu güruh arasında intihar eden insan için uğruna hayatta kalmayı hak edecek bir kişi bile yoktur. […] Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum toplum değildir, Rousseau’nun dediği gibi, vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür.”
Uzun bir alıntı ile cevap verdiğimiz sorunun güncelliği karşısında 1846 yılından getirilen cevabın somut karşılığını görebiliyoruz. Bugün intiharın karşısında alınan tepkileri, gerici feodal bağlamdan ayrı tutamayız. Nitekim üretimin gerilediği, işsizliğin ve geleceksizliğin hüküm sürdüğü atmosfer altında intiharın organik nedenleri ikincil olarak değerlendirilebilir. Ancak temellendireceğimiz nokta, birincil olan, geleceğe dair belirsizlik, derin bir öngörüsüzlüktür. Umut edilmeyen bir geleceğin bugününün çöküntüsü altında kalan birey kendisinde o çöküntüyü kaldıracak kuvveti göremediğinde, ilk hareketliliğinde daha derine girmek ve acıyı dindirmek adına intiharı düşünmeye başlayacaktır.
ÖRGÜTLÜLÜK İLE KALDIRILIR ÜSTÜMÜZDEKİ GELECEKSİZLİK DUVARI
Gerici sistemleri, özel olarak faşizmi, kendinde barındırdığı kriz koşullarının gerçekleşmesi dönemlerinde kapitalizmi bir toplumsal hareketin hedefi olmaktan kurtarmak için devletlerin, egemen sınıf kurumlarının yarattıkları sınırlar, bireyleri örgütlenmekten uzaklaştıran her türlü baskıcı hareket karşısında ortak bir gelecek imajı etrafında örgütlenmek ruhsal çöküntüyü un ufak edecektir. Yalnızlık duygusunu hiçleştirmek ve onun karşısında kalabalıklaşmak kurtuluş için intiharı düşlemenin yerine mücadeleyi koşullayan esaslı bir tutumdur. O halde, geleceksizliğin karşısında kurulacak barikatların arkasında kuşanacağımız direnç geleceğin inşasına taşınacak taşları içinde yaratacak, sistemin zorba saldırılarında elimizde güç olacaktır.