[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Faşist diktatörlük 1923’te kuruluşunu ilan ederken kısa bir süre hariç 1946 yılına kadar tek parti sistemiyle hareket etmiştir. Milletvekillerinin aslında atama usulüyle (açık oy gizli sayım ile) seçildiği bir seçim sistemi uygulanmıştır. Bu süreç boyunca atanan vekillerin açık halk düşmanı olan sınıfsal niteliği, sistemin halka yönelik saldırganlık düzeyinin boyutu, siyasal özgürlüklerin kırıntı düzeyinde de olsa yokluğu meclisin halk için bir korkuluk haline gelmesine neden olmuştur. 1946 ve esasta 1950’de bu korkuluğa, bağımlı olunan emperyalist sisteme daha uyumlu bir hale getirilip çok partili sisteme geçilerek, yeni biçim verilmiştir. 1950’ye kadar faşizm için incir yaprağı dahi olamayan yapısına, bu işlevi yerine getirecek şekilde düzenleme yapılmıştır. Faşist patron-ağa rejiminin seçim sistemini ve ona dayalı meclisi, kliklerin siyasal temsiline ve mücadelesine olanak verecek şekilde, “burjuva meclislere” biraz da olsa benzetmeye çalıştılar. Faşist devlet yapısına, yönetimine ve biçimine zeval getirmeyecek şekilde meclis sistemi bir incir yaprağı rolünü kısmen de olsa oynamaya başladı.
1950’den günümüze hangi patron-ağa kliğinin faşist sistemin başına geçeceği mücadelesinin bir sahası da meclis oldu. 1950 seçimleri de dahil olmak üzere o günden bugüne 14 Mayıs seçimlerine kadar patron-ağa klikleri, her seçimi “tarihi” nitelikte önemli seçimler olarak halka propaganda etmiştir. Halkın olabildiğince örgütsüz yapısını da kullanarak seçimlere seferber etmiş, bu şekilde sistemin içinde tutmaya odaklanmış, demokrasi oyununu ve yalanını sürdürmüştür. Geniş halk yığınları, kurtuluşunu içermeyen seçimlerin nesnesi olmuş, rızası alınarak daha fazla sömürünün-baskının ve zorbalığın aracı haline gelmiş ve oynanan “demokrasi” oyununa bu yolla ikna edilmiştir.
14 Mayıs seçimleri de daha önceki seçimlerde olduğu gibi yine “tarihsel”, “hayati”, “demokrasi şöleni ve tercihi” gibi argümanlarla hangi faşist kliğin sopayı eline alacağı yarışından ibarettir. Uygulanacak politikalar egemen sınıfların çıkarları tarafından belirlenecek politikalardır. 1950’de CHP’ye karşı muhalefette olan Demokrat Parti’nin “anti-faşist” ve “demokrasi” vaadi Demokrat Parti başa gelince CHP’nin DP’ye karşı kullandığı vaatler olmuştur. 1970’lerde askeri muhtıra ile indirilene kadar faşist söylem ve eylemlerin lideri olan Süleyman Demirel bir anda demokrasi havarisi kesilmiştir. Devamında dönemin “halkçı söylemlerini” dillendiren, “anti-faşist” ve “demokrasi” havarisi Bülent Ecevit’in faşizmin sopasını eline almasıyla birlikte patron-ağaların bir başka kliğinin temsilcisi olduğu açığa çıkmıştır.
1980’lerde ise 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasına karşı “demokratik”, “özgürlükçü” ve “hür teşebbüsçü” Turgut Özal, seçimlerle halkı sopalama ve baskılama olanağı elde etmiştir. Kısa sürede “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı” namını almış ve onun karşısına Erdal İnönü ve Süleyman Demirel yine halka hürriyet, özgürlük ve demokrasi vaatleriyle sürekliliği sağlanmış faşizme karşı halkın biriken öfkesi ve tepkisini sahiplenmeyi başarmışlardır. 1990’larda hükümete gelince faşist olan ile muhalefetteyken özgürlükçü-demokrat-anti faşist olanlar arasında çok hızlı yer değişimleri yaşanmıştır. Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Deniz Baykal, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit vs. arasında süren ve bu gibilerin sürekli yer değiştirdiği ama faşizmin asla değişmediği bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Nihayet 2000’lere geldiğimizde yine büyük ve güçlü özgürlük, demokrasi, insan hakları, kadın hakları ve hatta Kürt ulusunun haklarına dair nutuklar atan R. Tayyip Erdoğan siyasal sahnedeki yerini almıştır. Tam 21 yıldır da hem direksiyonda olup hem de 100 yıllık “CeHaPe zihniyeti”ne karşı tarihin en dolandırıcı siyasi figürü olmayı başaran bir faşist diktatör olarak kalmayı başarmıştır.
Şimdi 14 Mayıs seçimlerine giderken önümüze yine 100 yıllık faşist sistem ve onun tüm klikleri olgunlaşmış, tecrübe kazanmış, ustalaşmış bilindik politik argümanlarla çıkıyor. Halkın haklı ve meşru olarak Tayyip Erdoğan nezdinde AKP-MHP’ye olan nefreti anti-faşist blok, demokrasi ve özgürlük savaşçılığı, kadın hakları dostluğu, halkın gasp edilen emeğinin hak savunuculuğu ile büyük bir cendereye alınmıştır. Yine tarihi bir seçim, yine tarihi bir değişim, yine tıpkı 1950’lerde DP’ye biçilen Kuvâ-yi Milliyeciliğin cumhuriyetin ikinci yüzyılında yeniden üstlenilmesi durumu ile karşı karşıyayız. AKP-MHP nezdinde ama özünde 100 yıllık faşist zulme karşı oluşan nefret yine tarihin ispatladığı gibi bir başka faşist klik tarafından örgütlenmekte, halkın nefret duygusu tarih ve kurtuluş bilincindeki yoksunluktan kaynaklı kendine yedeklenmektedir. Cumhur ve Millet ittifakları bir yandan meclisin, seçimlerin her derde deva olduğunu anlatırken diğer yandan 100 yıllık faşist zulmün kaynağının, patron-ağaların ve emperyalizmin çıkarlarına dayalı sistemin gerçekliğinin üstüne bu şekilde örtü atmaktadırlar. Bu örtü her ne kadar paramparça olmuş, çürümüş olsa da halkın örgütsüzlüğünden gelen çaresizliği nedeniyle bir işlev kazanmaktadır. Halkın nefreti değişim isteğini körüklemekte ve bu durum, faşist klikler tarafından etkin şekilde kullanılarak sisteme yedeklenmeye getirmektedir.
Kuşkusuz bunu kolaylaştıran, hatta belli oranda meşrulaştıran sistem dışında olan ama tüm istek ve arzularıyla sistemin parçası olmaya çalışan politik özneler de söz konusudur. Küçük burjuvazinin ve orta burjuvazinin parlamentarist ahmaklıkla gözü kararmış, bu sınıfların “zafer ruhuyla” dolu reformist kesimler faşizmin tarihsel ve siyasal gerçekliğini örtmeye yarayan kolaylaştırıcı özneler konumundadır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında seçim zaferiyle faşizmi alt edeceğini ve bir Kuvâ-yı Milliye ruhu yaratacağı iddiasında olan da bu seçimlerden zaferle çıkarak “demokratik bir cumhuriyet” kuracağını söyleyen de elden giden laikliği, kurumları çökertilmiş cumhuriyeti de yeniden ayakları üzerine dikeceğini savunan da politik alanı doldurmuş durumdadır. Hepsi coşkun bir zafer ruhuyla “tek adam rejimini”, “saray sultasını”, “faşist şeflik rejimini” parlamentarizm ahmaklığını propaganda ederek, tüm ruhları ile bu ahmaklığı sahiplenerek yıkacağına inanmış durumdadır. Bu eksene oturmuş bir seçim kampanyası ile adeta ortamı halk için toz dumana boğmaktan geri durmamaktadırlar.
Halkın faşizme karşı duyduğu nefreti bu kesimler faşist bir klik olan Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu açıktan desteğe kaydırarak onları körleştirmekten, kurtuluş yolundan uzaklaştırmaktan ve faşist kliklere payanda etmekten geri durmamaktalar. Bu kesimlerin pragmatizmi, parlamentoda sandalye edinme isteği kurdukları ittifakları da halkın çıkarlarına dayanmayan hatta halka düşman olan bir tercihe, sınıf iş birlikçiliğine evrilmektedir. Seçimlerle çok şeyin değişeceğine inanmış parlamentarist ahmaklık halka tek kurtuluş seçeneği olarak seçimlerdeki oyları nasıl tercih etmesi gerektiğine bağlanmıştır. Halkın özne olmasının tarihsel zorunluluğunu kavramak bir yana halkı oy deposuna dönüştüren politik tercihlerle seçim çalışmalarını sürdürmektedirler. Seçimlere biçilen rol halkın kurtuluş yoluna, onun bağımsız eylemine yönelik baltalayıcı bir işlev kazanmıştır.
Bu yaklaşım sadece Cumhurbaşkanlığındaki tercihle açığa çıkmamaktadır. Emek ve Özgürlük İttifakının hem ilkelere dayanmayan biçimde seçime katılım biçimlerinde, kimin kaç vekil alacağı tartışmalarında açığa çıkmakta hem de belirlenen adaylarda kendisini göstermektedir. Emperyalist sistem övücüleri, emperyalizmin ne kadar önemli demokratik ve ekonomik değerler oluşturduğunun teorisini ve siyasetini yapan, halkın silahlı güçlerine ve mücadelesine karşı düşmanlıklarını asla gizlemeyen, faşist başbakanların ve cumhurbaşkanlarının danışmanlığı unvanlarını taşıyan, dün AKP ve Gülen Cemaati ortaklığıyla gerçekleşen saldırılara “yetmez ama evet” diyen kesimlere de kapılar sonuna kadar açılmıştır. Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ahmet İnsel vs. bu açıdan semboliktir. Sezai Temelli, Mithat Sancar gibi halkın çıkarlarına ve kurtuluşuna karşıt olan, tüm amacı Kürt Ulusal Mücadelesini kırıntılar karşılığında silahsızlandırmak ve sisteme yedeklemek olan kesimleri “faşist şeflik rejimine” karşı saflarına dahil etmiştir. Şimdi bu ittifak sadece “Kılıçdaroğlu’na oy verin düzen değişsin” demekle yetinmemekte içine aldığı bu kişilere oy vermelerini ve onları halkın temsilcisi olarak meclise göndermeyi istemektedir. Bu durum halkın kendi cellatlarına karşı aşkla bağlanması için çağrı anlamına gelmektedir. Bu ittifakın ilerici, demokrat ve halk saflarında olan niteliği hiç kuşkusuz bu tercihlerle hatta bu gerici burjuva kesimlerle yapılan ittifaklarla zayıflamış, çürüme eğilimine girmiştir. Reformist titreklik, politik tutarsızlık büyük sapmalarla halka zehirli şekerler hazırlamaya devam etmektedir.
Buna gösterilen direnç ise devrimci değer ve ilkelerden uzak, pragmatizmle malul bir tutarsızlıkla mahkûm edilmeye çalışılmaktadır.
SİSTEME YEDEKLENMEYELİM, BOYKOTU GÜÇLENDİRELİM!
Emperyalist-kapitalizmin derin bir kriz içinde yol aldığı günümüzde krizin en boyutlu yansımaları yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki işçi sınıfını ve emekçi kesimleri etkileyecektir. Küresel krizle bağlantılı enflasyonun çift hanelerde seyrettiği, alım gücünün alabildiğine düştüğü, asgari ücretin açlık sınırının çok altında seyrettiği koşullar salt AKP önderliğindeki Cumhur İttifakı’nın izlediği politikalardan kaynaklı değildir. Bugün AKP-MHP iktidarı, ülkenin tüm kaynaklarını egemen sınıfların bir kliğine fütursuzca açtığı için haklı olarak ekonomik krizin müsebbibi olarak hedefe konmaktadır. Ancak tarihsel gerçeklik, bunun klikler arası dalaşın bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Nitekim ekonomik krize çare olarak palazlanan Millet İttifakı ve onun Cumhurbaşkanı adayı “Bay Kemal”in krizden çıkış politikalarının da halkın çıkarına değil, egemen sınıfların diğer kliklerine alan açacağı, tarihi doğru okuyanların ulaşabileceği basit bir formüldür. Geriye kalan ise emperyalist-kapitalist sisteme bağımlı yapıda gün geçtikçe büyüyen ekonomik krizin halka yüklenen faturası olmaya devam edecektir.
Kuşkusuz sistemin ekonomik krizle birlikte işçi sınıfı ve çeşitli katmanlardan emekçilerin sırtına yüklediği sadece ekonomik fatura değildir. Bununla bağlantılı olarak temel hak ve özgürlükler kapsamında mücadele edilerek kazanılan tüm haklar saldırı dalgasının hedefindedir. 21 yıllık iktidar dönemi boyunca AKP’de temsiliyetini sağlayan egemen kliklerin bir kesiminin kendi politik ve kültürel zihniyetini de içinde barındıran saldırganlık toplumun tüm kesimlerini dünden daha fazla yaşayamaz hale getirmiştir. İşçi sınıfının örgütlenme hakkını sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek çalıştırma gibi politikalarla gasp etme uğraşı sadece AKP iktidarına özgü değildir. Köylülüğün dışa bağımlı politikalarla tasfiye edilmek istenmesi, her geçen gün üretim maliyetlerinin artması ile üretemez hale getirilmesi emperyalist-kapitalizmin genel politikalarından bağımsız değildir. Gençlerin niteliksiz iş gücü olarak geleceğinin elinden alınmaya çalışılması, eğitim hakkının gasp edilerek, eşit koşullarda bilimsel-akademik-demokratik-anadilde eğitim hakkından, ulaşım ve barınma sorunlarına kadar yaşadığı devasa sorunlar gençliğin mevcut sistemden umudunu kaybetmesine yol açmaktadır.
Kadınların “dünden daha gerici bir saldırganlıkla” tanımlanan toplumsal yaşamdaki tüm kazanımlarının elinden alınmaya çalışılması, katledilmesi, eve hapsedilmesi, biat etmeye zorlanması erkek egemen sistemin doğasından kaynaklıdır. Bugün AKP’de somutlaşan saldırganlığın karşısında, kadınların kısmen güvenliğini sağlayan İstanbul Sözleşmesini dahi programına koyamayan muhalefetin kadın haklarını savunacağını beklemek hayalden öte bir şey değildir.
Düşük maliyet, büyük kâr hırsıyla palazlanan inşaat sektörünün eseri olan ve Maraş merkezli depremlerle felaketin katliama dönüşmesi zulmün tekerrürü olmuştur. Maraş merkezli depremlerle birlikte çürük binaların birer mezara dönüşmesi Adapazarı depreminden benzeri bir tablodur. Hangi kliği olursa olsun egemenlerin kâr hırsı her zaman insan hayatının önüne geçmiştir. Çevreye yönelik saldırganlığın, talanın merkezinde de kâr hırsı vardır. Bunun karşısında durup yaşam alanlarını savunanlar ise her daim devletin sopasıyla susturulmaya çalışılmıştır. Bugün de olan budur. İkizdere’den Kaz Dağlarına, Hasankeyf’ten Munzur’a yaşam alanlarını savunan köylüler gözaltına alınmakta, zor yoluyla susturulmak istenmektedir.
Toplumsal kesimlere yönelik saldırganlığın ekonomik krizlere paralel artan-eksilen yapısı bir aldanmaya yol açmaktadır. Muhalefetin, var olan iktidardan daha özgürlükçü, daha demokratik görünmesi, oluşabilecek toplumsal öfkeyi ve isyanı sistem içinde tutma ihtiyacı, iktidar olma hevesinin yanında sistemin bekası için bir zorunluluktur.
Seçim oyunu halkın bu iki klik arasında tercihe zorlanmasıdır. Bu dayatmanın halkın çıkarları bakımından bir karşılığı yoktur. İşçi sınıfı ve emekçilere insanca yaşam koşullarının sağlanması, kazanılan demokratik hak ve özgürlüklerin korunması, daha fazlasının elde edilmesi, sistem için konumlanmış partilerin halka lütuf olarak sunacakları bir şey değildir. Bu, sistemin doğasına aykırıdır.
Bu durum seçimlerde Marksist-Leninist-Maoistlerin aldığı boykot tavrını tüm mütevazılığı ile önemini, değerini, politik tutarlılığını, halkın bağımsız eylemine olan güvenini gün gün daha açık hale getirmektedir. MLM’ler hiç kuşkusuz seçimlerde aldıkları boykot tavrıyla halkın kurtuluşuna olan inancını daha fazla pekiştirecek, bu mücadeleye daha güçlü bir ideolojik-politik hazırlık zemini oluşturacaktır. Sınıf işbirlikçi kuşatmaya karşı, tüm tek yanlı ele alışlara ve halka yanlış bilinç taşımaya karşı BOYKOT tavrı tek başına devrimin yolu ve olanaklarını aramayı içermesi açısından dahi önemli ve anlamlıdır. MLM’ler bu tavrı aforoz edilmeye, “ademe mahkûm kılınmaya” rağmen göstermiştir. MLM’ler seçimleri boykot ederek genel politik alanın tüm konforuna açık bir tutum almıştır. Zor ama doğru olanı, mütevazı olanı ama halkın gerçek çıkarlarını sahiplenmiştir. Halkımızı oy vermemeye, seçimleri BOYKOT etmeye çağırıyoruz. Kendi kurtuluşu için yani DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ için Halk Savaşı mücadelesinde birleşmeye, örgütlenmeye çağırıyoruz.