İran İslam Cumhuriyeti İsrail’e karşı Direniş Ekseninin hem parçası hem de en güçlü destekçisi olarak son dönemlerde bağımsızlıkçı ulusal bir çizgide değerlendirilebilmektedir. Oysa İran hiçbir zaman böyle bir nitelik göstermedi, o başından itibaren ülke içindeki en gerici kesimlerin çıkarlarını temel aldı ve İsrail düşmanlığını emperyalizmin bölge politikalarının bir parçası olarak kullandı. Son dönemde açıkça görülen bu gerçeklik İslam Cumhuriyeti olarak kurulduğu andan itibaren İran’ın bilindik karakteridir. Geçmeden vurgulayalım: bu görüşümüz İran’ın İsrail ile ve belli başlı emperyalist güçlerle çelişkisiz olduğu anlamına gelmez ya da “kendi politikaları” olmadığını da içermez. Kastımız bunun abartıldığı gibi olmadığıdır…
İran’da Faşist Diktatörlük
Başından beri gerici ve iş birlikçi bir yönetime sahip İslam Cumhuriyeti’nin “devrimden” önce yaşadığı iç mücadele onun geleceğinde de esas olarak aynı eksende sürdü…
Pehlevi Hanedanlığı’nın milliyetçilik pozlarına rağmen ekonomide Muhammed Musaddık öncülüğündeki Millî Cephe’nin petrol sanayinin millileştirilmesiyle doruğa ulaşan iç mücadele hükümetin darbe yoluyla el değiştirmesiyle sonuçlandı. Bu, benzer toplumsal ekonomi süreçlerinde bulunan hemen tüm ülkelerde görülenlerle uyumlu bir gelişmedir. Dönemin temel özelliği incelendiğinde şunlar göze ilk çarpanlar: bu ülkelerde egemen sınıflar feodal toplumun kalıntılarına dayanarak varlığını sürdüren feodal beyler, emperyalizme bağlı gelişen kapitalizme dayanan komprador büyük burjuvazi ve devlet gücüne dayanan bürokratik burjuvaziydi. Bu ülkeler bağımlı bir ekonomi modeline sahiplerdi ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet ediyorlardı. Hem feodal gericiliğe hem de yabancı uşaklığına karşı bu ülkelerde güçlü bir millî bağımsızlık eğilimi vardı. Çağımızda millî burjuvazide de sonuna kadar temsil edilemeyen milliyetçilik sözü edilen sınıflar için hem halkın idare edilmesinde etkin bir aparat ama hem de sakınılması gereken bir tehdittir. Nitekim İran’da Milli Cephe’de somutlaşan kısmî millî adımlar, sonu darbeye varan bir müdahaleye vardı.
Pehlevi Hanedanlığı’nda somutlaşan faşist diktatörlük demokratik devrimin engellenmesini içeren bir tür diktatörlüktür. Buna faşist dememizdeki temel neden hem başından itibaren emperyalizmin desteğine sahip olmasıdır hem de çağımızın en gerici güçleri olan feodal unsurların zorbalığına dayanmasıdır. Faşizm emperyalist döneme özgü olarak gelişen, burjuvazinin en gerici, en şoven ve açıkça şiddete dayalı egemenliğidir. Bu tanımdaki temel vurgular çürümüş kapitalizm olarak “emperyalizm” ve “en gerici unsurlar”dır. Bunlara dayanan, bunların çıkarlarını gerçekleştiren açıkça zorba bir yönetimden söz edilmektedir. Sözü edilen türden ülkelerde tüm bu özellikler, elbette kısmen ve geçici olarak zayıflamakla birlikte baştan sona korunur. Emperyalizmle bağımlılık ilişkisi, egemen sınıfların genel çürümüşlüğü sürekli krizi kaçınılmaz kılar. Açıkça zorbalığa dayanan yönetimler bu ülkelerde bu nedenle kaçınılmazdır. Kimi yorumlarda faşizmin subjektif nedenlere dayandığı, örneğin belli bir kişinin zorbalığından, kötülüğünden kaynaklandığı ileri sürülür. Hitler faşizmi, Mussolini faşizmi, Franko faşizmi tanımları da bu anlayışı içerir. Oysa bu ülkelerde de faşizm burjuvazinin en gerici kanadının kapitalizmde kaçınılmaz olarak yaşanan krizlerin faturasını halka çıkartmak, halka zorla kabul ettirmek üzere uyguladıkları rejimdir.
Özetle faşizm dediğimizde burjuvazinin, normal yollardan yönetemez duruma geldiğinde uygulamak yoluna gittiği, demokrasiyi ekonomik çıkarlar uğruna rafa kaldırdığı, aksi hale egemenliği yitireceği bir diktatörlükten söz ediyoruz. İran’da da egemen sınıfların sermaye bakımından güçsüzlüğü, sürekli ekonomik kriz şartlarında oluşu Pehlevi Hanedanlığı yönetimini faşist diktatörlük olarak tanımlamamızın nedenidir.
Bu sayıda konu edeceğimiz İran İslam Cumhuriyeti de aynı şekilde bir faşist diktatörlüktür. Aynı egemen sınıf güçlerinin “yeni bir rejimi” olarak inşa edilen bu cumhuriyetin bir “devrimle” anılması yanıltıcıdır. Burada bir devrim değil bir “rejim değişikliği” söz konusudur ve egemen sınıflar bu değişimden esas olarak memnundurlar. Çünkü faşizm, bu rejim değişikliğiyle Pehlevi Hanedanlığı sırasında kitleler nezdinde meşruluğunu çoktan yitirmiş zorbalığın meşruluğunu yeniden sağlamış, görece İslam Devrimi manipülasyonuyla ama daha çok da anti emperyalist, milliyetçi jargonla bu meşruluğu genişletmiştir.
1905-11 yıllarındaki meşrutiyet döneminde de ülkede ulema sınıfından etkin liderlerin anayasayı destekledikleri ve o zamanki rejim değişikliğinde rol oynadıkları bilinmektedir. 1960’lı yıllarda da ekonomik şartların olumsuz seyrettiği zamanda muhalefet tarafında yer alan ulema milliyetçiliğin yayılmasını katkı vermiştir. Ulemanın ya da genel olarak İslam’ın ya da dinin faşizmle bağdaşır olmadığını düşünmek yanıltıcıdır. Aksine eski çağın öğesi olarak din özellikle zayıf burjuvazinin kitleleri yönlendirmede rahatlıkla kullanabileceği esaslı, köklü bir argüman olagelmiştir. Bugünkü İran devletinde “ruhanî lider” hemen tüm konularda son sözü söyleyen olarak, karar verici olarak konumlanmıştır. Faşizm bu türden “tek adamlığa” her zaman özlem ve gereksinim duyar. Çünkü halkın rızasını almak ve sürdürmek için diğer olanaklar genellikle sınırlıdır. “Ruhanî liderin” bu biçimdeki varlığı bir “tek adam yönetimi” olarak anlaşılmamalıdır, aksine bu durumda da sınıfların ya da sınıf içi kliklerin çıkarlarına dayanan bir yönetim söz konusudur. Bu tek adam salt kendi başına, salt kendi çıkarları için karar vermez ya da “gökler aleminin” emirleriyle hareket etmez; o ait olduğu sınıfların veya sınıf içi kliklerin gereksinimlerini ve çıkarlarını korumak ve karşılamak üzere tek adam olmuştur ve bunlara göre hareket eder.
Bu girişi “İran İslam Devrimiyle” yeniden inşa edilen İran devletinin temel özelliklerinin anlaşılması bakımından gerekli gördük.
Ulusalcı Kitlesel Harekette “Önderlik” Darbesi
İran İslam Cumhuriyeti hem iş birlikçi Şah rejimini yıkmakla hem de anti emperyalist söylemle, yani güçlü bir bağımsızlıkçı iddiayla inşa edilmişti. O günden bugüne de İran Orta Doğu’da özellikle ABD karşıtlığının simgesi olarak görülmekte ve değerlendirilmektedir. Oysa gerçeklikte İran İslam Cumhuriyeti, temel özellikleriyle Şah rejiminden farksızdır. İran İslam Cumhuriyeti Şah döneminin yenilenmesi, hatta daha güçlü bir devlet yapılanmasıyla aynı üretim ve mülkiyet ilişkilerinin korunarak sürdürülmesidir. Diğer yarı sömürgelerde olduğu gibi. İran’da da ulusal sorun henüz esasen çözülmemiştir. “Bağımsız” bir devletin varlığı ve üstelik “İslam” zırhını da giyinmiş olması birçoklarında ulusal sorunun esasen çözüldüğü yargısına neden olmakta ve ülke emperyalizme rağmen bir gelişme izlemiş olarak değerlendirilmektedir. Oysa İran özellikle Batılı devletlere bağımlı ekonomisiyle bir yarı sömürgedir. Petrol ve doğal gaza bağımlı ekonomik yapısıyla bağımsız bir yol izleme şansı bulunmayan İran geçmişte Millî Cephe’nin millileştirme yolunda attığı türden adımlar atmış fakat bu adımlar ne yabancı sermayeye bağımlılığı ortadan kaldıracak bir ilerlemeye yol açmıştır ne de ülkede öteden beri varlığını sürdüren mülkiyet ilişkilerini değiştirmiştir. Millileştirme politikaları eski üretim ve mülkiyet biçimlerinin devlet denetimine alınmasından başka bir anlama gelmemiştir. Bunun, egemen ilişkilerin sürdürülebilir olmasında önemli bir olgu olduğu ne kadar doğruysa bağımsızlık olmadığı da aynı derecede doğrudur. Devlet aynı sınıfların, aynı üretim ve mülkiyet biçimlerinin egemenliğine dayandığı sürece “millileştirme” denen şey bağımsızlık getirmez. Bu tarz milliyetçiliğin ve millileştirme politikalarının benzer tüm yarı sömürgelerde gerçekleştiğini ama aslında bağımlı ekonominin, emperyalist kapitalist dünya düzeninin bir parçası olarak tekelci dünya sermayesine hizmet ettiğini görmek gerekiyor.
Kapitalist Yayılmanın Sonuçları
Bu ülkelerde ulusal sorunun çözümü ne rejim değişiklikleriyle mümkündür ne de herhangi bir burjuva ve feodal karakterdeki sınıfın önderliğiyle. Bu güçlerin dünya kapitalizmine rağmen kendi bağımsız kapitalist ekonomilerini geliştiremeyeceğini emperyalizm tahlili ile Lenin yıllar önce ortaya koymuştu. Elbette bu ülkelerde bağımsız kapitalist ekonominin inşa edilemeyeceği görüşü kapitalizmin bu ülkelerde olanaksız olduğu anlayışını içermez. Aksine kapitalizmin girmeyeceği ve gelişmeyeceği hiçbir yer olamayacağını emperyalizmi kavrayan hiç kimse ileri sürmez. Emperyalizm sermaye ihraç eden ülkedeki bir parça duraklamaya rağmen tüm dünyada kapitalizmin yayılmasını içerir. Bu sermayenin girmekten çekineceği, kendine bağlamayacağı hiçbir alan yoktur. İslam Cumhuriyeti de olsa her türden burjuva ve feodal diktatörlük emperyalizmin, dolayısıyla kapitalizmin yayılma alanıdır. İran İslam Cumhuriyeti de kapitalizmin yayıldığı ülkelerden biridir. Ne var ki bu kapitalizmin dışarıdan, emperyalizm tarafından geliştirilen ve tüm gericilikle iş birliğine dayanan bir kapitalizm olduğu gerçeğine dikkat çekmek gerekir. Bu da onun ulusal bağımsızlığının gerçekleşmesini engelleyen temel bir özelliktir. İran ne Pehlevi hanedanlığı döneminde ne de İslam Cumhuriyeti olduktan itibaren millî kapitalizmi geliştirebilmiştir. Bunun olanaksız olduğunu İran özgülünde görmek ve göstermek özellikle önemlidir. Çünkü İran anti emperyalist söylemle, özellikle de ABD karşıtlığıyla bunun mümkün olabileceğini düşündürten ülkelerden biridir. Sadece bu da değil emperyalist devletlerin, tabii özellikle de Batılı emperyalistlerin, ABD’nin İran’ı düşman ilan eden, ambargolarla, ticaret yasaklarıyla “kendi yolunda ilerlemek” zorunda bırakan politikaları da böyle düşünmek için bir sebeptir. Oysa görüyoruz ki İran buna rağmen “kendi yolunda” ilerleyememektedir. Demokratik Kore Cumhuriyeti, Küba gibi! Yer yer Türkiye için de bu gibi iddiaların gündeme geldiğini de biliyoruz. Özellikle silah sanayiinde, ambargo uygulandığında bunun ülkenin kendi silah sanayiini geliştirmesine olanak verdiği iddiası bilinir. Oysa hiçbir zaman böyle bir ilerleme olmaz. En bağımsız görünen gelişmede bile yabancı etiketine rastlarız. Bu yarı sömürgelerdeki genel bir özelliktir ve kesinlikle ülkenin kendi dinamiklerinden kaynaklanır. Bu özelliği dışarıdan bir sebeple açıklamak ya da nesnel, dolayısıyla kaçınılmaz bir olgu olarak değerlendirmek gerçekten bağımsızlıkçı ya da sonuna kadar tutarlı anti emperyalist çizgide olmayanların genel tutumudur. İran’da kurulan İslamî rejimin bu sözde bağımsızlıkçı ve anti emperyalist niteliği rejimi kuran muhalif hareketin sınıfsal karakterinden hareketle açıklanabilir.
Bu hareketin önderliğini yapan, hatta gasbeden ulema kesimi büyük ölçüde büyük toprak mülkiyetini sürdüren, bu mülkiyet gücüyle küçük ölçekli üretimi koruyan, aynı zamanda çağın gereklerini karşılamak üzere bankacılık ve ticaretle uğraşan feodal ve burjuva unsurlarla geniş bir ilişki kurmuş, Şah rejimine karşı esas olarak bu kesimle ittifak halinde olmuştur. Dolayısıyla yeni rejim de bu ilişkiler üzerinde inşa edilmiş, “yeni” devlet de bu ittifakın çıkarlarına göre hareket etmiştir. Bu ittifak sonuna kadar anti emperyalist olamazdı ve olmadı da bu ilişkiler yabancı kapitalizme hayır diyemezdi ve demedi de.
İttifakın bileşenleri arasında Batı ile dengeli bir ilişki kurulmasından, yabancı yatırımcılar lehine haksız rekabet yaratan ayrıcalıklara son verilmesinden yana olan kesimler de vardı. Zaten “devrim” esas olarak bunu vadediyordu. Süreci destekleyen kitleler için ülkedeki yabancı yatırımlar sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin devamı anlamına geliyordu. Bu kesimler ne bağımsız rotada ilerleyecek bir ideolojik bütünlüğe sahiplerdi ne de süreci bu yönde hareket ettirecek bir örgütlülüğe. Özellikle sol harekette temsil edilen bu eğilim sürecin önderliğini önemli oranda Şii ulemaya bırakmıştı. Hiç kuşkusuz “sonsuz bir güven” söz konusu olmamıştır. Bu konuda sol hareket hem tarihsel bir deneyime hem de teorik bir birikime sahipti. Buna karşın mücadele içinde bu birikim somutlaştırılamadı. Ulusalcılık hakkındaki yanıltıcı kavrayış başka birçok ülkede olduğu gibi İran’da da sol hareketi, burada bu kez ulemanın kanlı dişlerinin arasından geçirdi. Ne demokrasi halk lehine çözülebildi ne de bağımsızlığı içeren ulusal sorun. İran eskisi gibi petrol ve doğal gaz gelirlerine bağımlı bir ekonomi modeli uygulamaya devam etti. Çünkü bunun yerine konacak bir ekonomi için yeterli sermaye gücünden yoksundu ve yeterli sermayenin birikmesini sağlayacak model için de uygun nitelikte bir sınıfsal önderlik söz konusu değildi. Tarımsal üretimde durgunluk yaşanmaktadır, sanayi üretimi verimsizdir ve ülkenin üretim kapasitesi önemli oranda atıl kalmaya devam ediyor.
Bağımlı Yapının “Ulusal” Direnişi
Ulusalcılık ile yurtseverlik arasındaki farka bir yazımızda değinmiştik. İran’da egemenlerin güçlü bir gelenekçilikle ulusal direniş retoriğine dayandığını görüyoruz. Bununla birlikte anti emperyalizm ve bağımsızlık halkın da doğal eğilimidir ve haklıdır. İki farklı doğaya sahip bu retorikle eğilim arasına bir çizgi çekmek gerekir. Çünkü gelenekçilikle bezeli ulusalcılık halklar nezdinde ciddi bir manipülasyon aracıdır.
Bir burjuva akım olarak ulusalcılık günümüzde ancak sınırlı anti emperyalist bir rol oynayabilir. İran’da da ulusalcılık Pehlevi Hanedanlığı’nın yıkılmasına kadar ve bir ölçüde ABD karşıtlığında somutlaşan güdük bir anti emperyalist rol oynadı. Ulusalcılıkta yurtseverliği tanımlayan ve bu nedenle ulusalcı retoriğe bağlanan sol hareket de bu anti emperyalist rolü abarttı. Bu noktada dikkat çekmemiz gereken bir yaklaşım var. Bu harekette anti emperyalizmin olmadığını iddia etmiyoruz ve etmemek de gerekir. Bu harekette ulusalcılık olduğunu da inkâr etmemek gerekir. Bunlar sonuçtan hareketle ortaya çıkabilecek subjektif yorumlardır. Bütün bir kitlenin ve sol hareketin “olmayan bir şeyin” arkasından gittiğini iddia etmek yanıltıcı olur. Bu harekette anti emperyalizm ve ulusalcılık sınırlıdır ve bu sınır söz konusu sınıfların önderliği ya da belirleyici olduğu hallerde aşılamazdır. Gözden kaçırılan da özellikle budur. Bu meselenin henüz yeterince kavranamadığını görmemiz gerekir. Günümüzde Hizbullah’ın anti emperyalist ve ulusalcı özelliklerinin ve dolayısıyla kısmen devrimci rolünün inkâr edilmesi de bunun bir sonucudur. Bunu şu biçimde de somutlaştırabiliriz: Bir ülkede ulusal mücadele öne çıkıp en gerici unsurlara karşı bir birlik gerçekleştiğinde komünistler sürece katılmak yönünde hareket ederler. Bunu yaparken dikkat edecekleri belli başlı iki unsur vardır: özellikle örgütsel ya da pratik saldırıya uğramamak, buna göre tedbirli davranmak ve ikinci olarak da bu sürecin önderliğini sağlamak üzere kendi bağımsız çizgini oluşturmak ve korumak. Bu iki özel noktadan itibaren komünistler ulusal mücadeleye katılmak yönünde hareket ederler ve tüm ulusal mücadele bileşenlerinin de objektif olarak “devrimci rol” oynadıklarını savunurlar. Bu gibi süreçlerde ortak hareket etmek imkânları her zaman ve koşulda aynı olmaz elbette. Bu nedenle özel olarak komünistler sözünü ettiğimiz iki noktaya dikkat ederler. Ne var ki bu dikkat, ortak hareket etmek imkânını yok saymayı, ulusal mücadeleye katılmak gereğini ya da politikasını ortadan kaldırmaz. Bütün bir komünist hareket tarihi incelendiğinde bunun sayısız örneğine rastlanır. Bu örneklerde hatalar da vardır kuşkusuz. Dikkatle incelendiğinde hataların sözünü ettiğimiz özel iki noktada gerçekleştiği; ama ulusal mücadeleye katılmak yönündeki tavırdan ve bu tür mücadelede yer alan unsurlar için objektif olarak devrimci rolde oldukları tespitinden kaynaklanmadığı görülecektir. Bu unsurlarda görülebilecek gerici öz somut koşullardaki rolü karartmamalıdır.
Nitekim İran’da gerçekleşen süreç anlattığımız bu sorunu olduğu gibi içermektedir. İran’da ulusal bağımsızlıkçı kitlesel harekete, diğer tüm unsurlarla birlikte komünistler de dahil oldular. Konu ettiğimiz komünistler tabii ki TUDEH gibi revizyonistler tayfası değil, Maoistlerden söz ediyoruz. Komünistlerin bu harekete katılması yanlış değildir ve hatta kaçınılmaz bir görevdir. Hata bu hareketin ileri aşamasında ortaya çıkmıştır. Önderliği alan ulema kesiminin karşı devrimci özü pratik olarak ihmal edilmiştir. Ulusal bağımsızlık talebini güçlendiren şartlar egemen sınıflar aleyhine geliştikçe hem bu sınıflar içindeki kliklerde hem de kendi bağımsız hareketini geliştirme olanaklarını çoktan yitirmiş millî burjuva kesimlerde rejim değişikliğine ve hatta “devrime” yönelim başlamıştır. Bu sürece, yön vermek üzere emperyalistlerin de destek verdiklerini eklemeliyiz. Humeyni’nin Fransa’dan ülkeye gelmesi bu bakımdan değerlendirilebilir. Rıza Şah Pehlevi’nin iktidarı kaybedecek olması ve dahası bir süredir devlet aygıtındaki misyonunu yerine getirememesi emperyalistlerin yeni bir yönetime yönelmesinin başlı başına, temel sebebidir. Bu, elbette ulusal bağımsızlık talebine bağlı gelişen hareketin devrimci ve demokratik niteliğini ortadan kaldırmaz. Aynı koşulları diğer gericiler gibi emperyalistler gibi kendi çıkarlarına uydurmak üzere hareket ettiklerinde koşulların genel niteliği değişmez.
Sıraladığımız bu özellikler ve gelişmeler ulusal bağımsızlık talebinin ve bu talebin güçlenmesine paralel oluşan “muhalifler cephesinin” basit bir biçimde reddedilmemesi gerektiğini, devrimci ve demokratik özün ihmal edilmemesi gerektiğini anlamamız bakımdan önemlidir. Günümüzde ulusalcılık çok daha karmaşık süreçler içinde var olmaktadır ve bu dolayısıyla bu karmaşıklık içinde ele alınmak zorundadır. İran bu bakımdan incelenmeye değer, örnek bir ülkedir.
İran Manipülasyonu Aynı Zamanda Bölgeseldir
İran’da devrim için şartların olgunlaştığı koşullarda değişime hazırlanmış yapı olarak karşımıza ulema kesimi çıkıyor. Ulemanın bu sürece hazırlığı halkı bunun için örgütlemiş olmaktan çok iktidar olmakla ilgilidir. İlk yıllarında, daha sonra da Irak’la sekiz yıl sürecek savaş boyunca yeni iktidar “ulusal bağımsızlık” talebine uygun hiçbir ilerleme sağlamadı; aksine “devrimi” bir karşı devrime dönüştürdü ve özellikle de savaşı bu karşı devrimin sağlamlaşmasında etkin bir aparat olarak kullandı. Irak’la savaşta saldıran ülkenin Irak olması ve aynı zamanda Batılı güçlerin Irak’ın arkasında görünmesi İran’daki karşı devrimin sağlamlaşmasında etken unsurlardır. Bu açıdan bakıldığında İran İslam Devrimi’nin kapsamlı ve bölgesel bakımdan da destekli bir karşı devrim olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. İran’daki bu gelişmelerin benzerini birçok başka ülkede de görürüz hiç kuşkusuz. Özellikle sosyalist ülkelerde burjuvazinin iktidarı komünist partiler içinde ele geçirdiği şartlarda da benzer özelliklere rastlanır. Devrim bir karşı devrime dönüştüğünde durumu kavramak için çelişkiler yumağının farkında olmak gerekir. Yarı sömürgeler “çelişkiler yumağı” tanımını özel olarak hak etmektedir. Türkiye’de de Osmanlı’nın, çürümüş bir yönetim olarak devrilmek zorunda olduğu şartlarda yarı sömürgelik şartlarını benimsemiş, aynı gerici iktidar güçlerini yeniden iktidar taşıyan Kemalist Hareketin bir devrim hareketi olarak görünüp süreci bir karşı devrimle tamamladığını biliyoruz. Bu süreçte devrimci hareketlerin, komünistlerin de yukarıdaki iki özel noktayı ihmal eden hataları söz konusu olmuştur. Yarı sömürgelerin devrim süreçlerinde burjuva sınıfın çıkarlarını karşılamak üzere gelişmiş bir akım olarak ulusalcılık, kapitalizm şartlarının ürünü olan modernizm ve aynı zamanda ülkenin kendi tarihsel sürecinin ürünü olan gelenekler sözünü ettiğimiz çelişkiler yumağının esaslı unsurlarıdır. Bugün İran’da hükmünü sürdüren Şii (Molla) rejim hem ulusal bağımsızlığı hem anti emperyalizmi hem de gelenekleri temsil eden güç olarak konumlanmıştır. Devrim yönündeki değişim hareketinde “modernizm” ile “gelenekler” Şah’ın devrilmesini sağlamış, ancak bundan sonra modernizm yönündeki beklentiler karşılanmamıştır. Güçlü ulusal bağımsızlıkçı ve anti emperyalist duygular değişimde önemli bir rol oynamış, ancak hareketin siyaseti ulusalcı olmaktan çok “İslamî devrimin ihracı” anlayışıyla şekillenmiştir. Bugün İran’ın Batılı emperyalistler tarafından düşman görülmesinde bu anlayış belirleyicidir. Oysa söz konusu anlayışın kapitalizmle, emperyalizmle esaslı bir derdi olmadığı, emperyalizmin bu tür gericiliklerle bölgesel hâkimiyet kurduğu aşikârdır.
İran’da rejim değişikliğini getiren koşullarda gelişen kitlesel ve devrimci harekette bu anlayış ulema tarafından hemen hiç dile gelmemiş ya da belirgin olarak savunulmamıştır. Aksine hareket özellikle şehirlerde ve çok kapsamlı sokak eylemleri ve işçi grevleriyle geliştiğinde ve bunlar sayesinde başarıya ulaştığından İslam’ı yaymak akla dahi gelmeyen bir anlayıştı. İslamcı anlayış ve geleneklerin korunması ve sürdürülmesi, hatta bölgeye yayılması konusu devrim sürecinin esaslı bir öğesi değildi. İşçi sınıfı içinde ve küçük burjuvaların yoğun olduğu kentlerde ciddi örgütlülüklere sahip sol ve devrimci hareket, devrim sürecinin güçlü aktörü olmakla birlikte iktidarda söz sahibi olmamıştır. Bu, hem buna hazırlanmadıklarını gösterir hem de ulemanın bu süreçteki özel karakterini kavramadıklarını gösterir. İktidarı aldıktan ve kısa bir süre içinde konumunu sağlamlaştırdıktan sonra İslam Cumhuriyeti devleti sol harekete, komünistlere yönelik yok edici bir saldırıya girişti. Irak’ın saldırısıyla başlayan savaş da bu saldırıları hem meşrulaştırmaya yaradı hem de kitleler nezdinde görünmez, önemsenmez kıldı.
Sadece devrimci muhalif güçler değil, bu süreçte yönetimi aynı sınıfların ve amaçların gereklerine göre yönetecek iki kutup dışındaki tüm diğer güçler de ağır baskıya maruz kaldılar. Solcu Halkın Fedaileri, Müslüman Halkın Mücahitleri, TUDEH, Milliyetçi Peykar dışında liberal, ve gerçekten reformist başka güçler de baskı altına alındılar ve yönetime gelme olanakları sıfırlandı. Bunun sağlanmasında İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra meclisin tüm yetkilerini kendinde toplayan Devrim Konseyi’nin büyük rolü oldu. Denebilir ki Devrim Konseyi’nin oluşması ve tam yetkilerle donanması devrimin karşı devrime dönüşmesini tamamlayan gelişme olmuştur.
Halihazırda İran bu güçlerin ve anlayışın kontrolündedir. Bölgesel olarak İran’ın konumu ne devrimcidir ne anti emperyalisttir ne de “Direniş Ekseninde somutlaşan” tutarlı halkçı mücadelenin gerçek, samimi bir parçasıdır. Bütün bu konularda İran bir manipülasyon yaratmakta, bölgedeki gerici devletler de emperyalistler de bu manipülasyonun parçasıdır. Bu sadece yalan, yanıltma, gerçeklikle ilgisiz bir durum olarak değerlendirilmemelidir. Egemen güçlerin kendi içlerindeki çelişkilerin varlığını hiçbir zaman ihmal etmemek gerekir. Bu çelişkilerin ortaya çıkaracağı mücadeleler devrim lehine sonuçlar üretebilir. Çelişkiler yumağı içinde olduğumuzu unutmadan her gelişmeyi objektif şartlar içinde incelemek gerektiğini söylemekte ısrarcı olmak gerekir. Buna rağmen olası emperyalist saldırılarda ya da bölgesel savaşlarda İran gibi devletlerin eski çağın gerici güçlerini temsil ettiklerini bilerek özel olarak bu ülkelerde halkın çıkarlarını ihmal etmeyen politikalar belirlemek gerekir.
Günümüzde ulusalcılık burada konu ettiğimiz karmaşa içinde ele alınmadığında ciddi hataların önü açılmış olacaktır.
BİTTİ…
Günümüz Gelişmelerinden Hareketle Ulusalcılık Hakkında Bir Değerlendirme -I
Günümüz Gelişmelerinden Hareketle Ulusalcılık Hakkında Bir Değerlendirme -II