Türkiye ekonomisi, özellikle son yıllarda emperyalist sistemin derinleşen krizin yansımalarıyla boğuşmaktadır. Son yıllarda özellikle artan enflasyon ve bu enflasyonun yol açtığı geniş kapsamlı zamlar bu krizin emekçi halkın yaşamına en somut yansıyanlardır. Asgari ücrete yapılan yüzde 30’luk artış, henüz yürürlüğe girmeden etkisini yitirmiş, halkın alım gücünde herhangi bir etkisi olmamıştır. Yeni yıla girişle birlikte otomatiğe bağlanmış zamlar karşısında asgari ücrete yapılan zam hızla erimiştir. Enflasyon karşısında hızla eriyen asgari ücretle enflasyon arasında bir bağ vardır ve bu bağ doğru anlaşılmalıdır.
Egemen sınıfların sıklıkla ifade ettiği gibi enflasyon salt ekonomik bir sorun olarak ele alınmamalıdır. Özellikle Türkiye’deki son yıllardaki veriler, asgari ücret artışlarının enflasyonu tetiklemediğini açıkça göstermektedir. Asgari ücrete zam yapılmamasının temel nedeni kaynak eksikliği değil, gelir dağılımındaki sınıfsal tercihtir. Yüksek enflasyon dönemlerinde, işçi sınıfının gelirlerinin kısıtlanması hâkim sınıflara daha fazla kaynak aktarmak içindir. Bu da enflasyonun ekonomik bir sorun olmakla birlikte aynı zamanda bir sistem sorunu olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’de tıpkı diğer ülkeler gibi egemenlerin çıkar ve kârını merkeze alan bir asgari ücret ve enflasyon politikası izlemektedir. Bu süreçte, enflasyonun yükselmesi büyük şirketlerin kârlarını artırırken işçi ve emekçilerin alım gelirinin ve asgari yaşam standardının gerilemesine neden olmaktadır. Veriler de bu durumu desteklemektedir; özellikle 2020 sonrasında sermaye gelirleri artarken işçi gelirleri büyük oranda erimiştir.
ASGARİ ÜCRETİ BELİRLEME SÜRECİ
Asgari ücretin, kişi başına düşen Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) ile karşılaştırılması, emekçilerin büyümeden ne ölçüde pay aldığını göstermesi açısından önemlidir. Veriler, 1980’lerden itibaren asgari ücretin millî gelir karşısında sürekli gerilediğini ortaya koymaktadır. 1980’de kişi başına millî gelirin yüzde 60’ı seviyesinde olan asgari ücret, bugün yüzde 46,5 seviyesine kadar düşmüştür. Bu durum, asgari ücretle çalışanların yoksullaştığını ve gelir eşitsizliğinin arttığını göstermektedir.
Eğer asgari ücret, kişi başına gelir artışıyla aynı oranda yükselmiş olsaydı, 2024 yılı itibarıyla brüt asgari ücretin 34 bin 682 TL seviyesinde olması gerekirdi. Oysa 2024 yılında asgari ücret, bu seviyenin oldukça altında, 17 bin TL olarak belirlenmiştir. Bu tablo, işçi ücretlerine ülke bütçesinden yeterince pay ayrılmadığını ortaya koymaktadır. Devletin “asgari ücretliyi enflasyona ezdirmeyeceğiz” söylemine rağmen, asgari ücret enflasyon karşısında sürekli olarak erimektedir. Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki asgari ücretle ilgili tartışmalar, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumla ilgilidir.
Emperyalizme göbekten bağlı olan Türkiye ekonomisi emperyalist tekellerle iç içe geçmiş komprador şirketlerin kontrolü altında şekillenmektedir. Bu şirketler, devlet teşvikleri ve vergi indirimleri ile korunurken işçi sınıfı üzerindeki vergi yükü sürekli artmaktadır. Örneğin, Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ve Katma Değer Vergisi (KDV) gibi dolaylı vergiler, halkın tüketim alışkanlıklarına doğrudan etki ederek gelir dağılımındaki eşitsizliği daha da derinleştirmektedir.
Komprador şirketlerin korunması ve desteklenmesi, yerli üretimi ve istihdamı artırmak yerine, dışa bağımlılığı artırmaktadır. Bu politikalar, emperyalist sistemin Türkiye üzerindeki etkilerinin bir yansımasıdır. Uluslararası finans kuruluşlarının baskıları altında şekillenen ekonomik politikalar, halkın refahını artırmaktan ziyade, borçlanma ve dışa bağımlılığı artırmayı hedeflemektedir.
İHRACATA DAYALI BÜYÜME MODELİNİN ÇIKMAZI
Son yıllarda Türkiye, ihracata dayalı bir büyüme modelini benimsemiş, bu modelin sürdürülebilir olduğu iddiasında bulunmuştur. Ancak bu modelin temelinde, düşük ücretli iş gücü ve artan sömürü yatmaktadır. İhracata dayalı büyüme, kısa vadede ekonomik büyüme rakamlarını artırsa da uzun vadede halkın yaşam standartlarını düşürmekte ve gelir eşitsizliğini artırmaktadır.
İhracat odaklı üretim, yerli tüketiciyi ihmal ederek iç piyasanın daralmasına yol açmaktadır. Ayrıca, ihracat gelirlerinin büyük bir kısmı, üretimde kullanılan hammaddelerin ithalatına harcanmakta, bu da döviz açığını artırmaktadır. Döviz rezervlerinin korunması için alınan önlemler, yerel para biriminin değerini düşürerek enflasyonu körüklemekte, bu da en çok işçi ve emekçileri etkilemektedir.
Kapitalist sistemin temel prensibi olan kâr maksimizasyonu, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak yerine, azınlık bir kesimin zenginliğini artırmayı hedeflemektedir. Türkiye’de uygulanan neoliberal politikalar, halkın kamu hizmetlerine erişimini kısıtlamış, eğitim, sağlık ve barınma gibi temel hizmetler özelleştirilmiş, bu da işsizlik ve yoksulluğu daha da artırmıştır.
Emperyalist baskılar altında şekillenen ekonomik politikalar, bağımsız bir ekonomik modelin geliştirilmesini engellemektedir. Uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı yapısal uyum programları, Türkiye gibi bağımlı ülkeleri borç batağına sürüklerken bu ülkelerdeki halkların refahını değil, uluslararası sermayenin çıkarlarını gözetmektedir.
ÖRGÜTLÜ MÜCADELE TEK KURTULUŞUMUZ
Emperyalist sistemlerin dayattığı ekonomik politikalar, halkın refahını artırmak bir yana, eşitsizliği ve sömürüyü derinleştirmektedir. Emekçi kesimin yaşamsal anlamda hemen her kategoride ciddi dengesizlikler, yoksunluklar yaşamaktadır. Mevcut kriz de ise devletin yaşanan yoksullaşmaya, uçurum farkına müdahale edecek gücü yoktur. Ciddi kriz içindeki sistemi ayakta tutmak için uyguladıkları ekonomik politikayla halkı hem açlıkla, baskı ve saldırılarla da zorbalıkla kontrol altına almaya çalışmaktadır. Günümüzde işçi ve emekçiler açısından yürütülen mücadelenin adı “hayatta kalma mücadelesi” olmuştur.
Devlet, artan hayat pahalılığına çözüm olarak işçi ve emekçilere “fahiş fiyatla satış yapanları boykot edin” denilmektedir. Halkın yoksullaşan yaşamının nedeni marketlerin fahiş fiyatlı satışlarıymış gibi gösterilmekte ve adeta halka dalga geçilerek “boykot” çağrısı yapılmaktadır. Sağlık başta olmak üzere yoksul halkın temel gıdaya ulaşımı artık neredeyse mümkün değildir. İlaçlardan alınan katkı paylarının artışı, barınma hakkından artık kimse söz edemezken yoksullaşan halkın yoksulluğu ile öldüğü bu dönemde devletin halka sunabildiği tek çözüm “boykot” oluyor.
İşçi sınıfının en temel haklarını koruma mücadelesi yasaklanmaya, yok sayılmaya çalışılsa da devam etmektedir. Yoksul halkın etrafına örülen korku duvarı yoksulluk derinleştikçe çatlamaya başlayacaktır. Ses çıkaran herkese hapishaneyi işaret eden devlet korku, baskı ve sindirme politikalarını uygulamada hız kesmiyor. Ancak bir süre sonra bu korku duvarları büyüyen açlığın karşısında yıkılacaktır. Emperyalist haydutların bugün dünya halklarına sunduğu savaş, yıkım ve katliamdır. Mevcut sistemin ezilenlere sunacağı başka bir yaşam da yoktur. Yeni bir yaşamı yaratmak için örgütlenmek, mücadele etmek ve bu mücadeleye önderlik etmek esas görevimizdir.