İran’da, İsrail Siyonizm’inin gerçekleştirdiği suikast tüm dünyada, zaten beklenen savaş için bir işaret oldu sanki! Birçok “siyaset bilimci” ve burjuva yorumcu Hamas, Hizbullah, İran, İsrail ve hatta ABD liderlerinin hırsına, pervasızlığına, basiretsizliğine dikkat çekerek “dünya savaşı” olasılığını siyasi nedenlerle açıklama çabasına girişti. Tıpkı Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini Rus emperyalizminin çıkarlarıyla açıklamak yerine Putin’in engellenemez hırsıyla, zorbalığıyla ya da ABD yönetiminin Rusya’yı kuşatma politikası ile açıklamaları gibi. Oysa tüm bunların temelinde dünya ekonomisinin önlenemez çöküşünün bulunduğunu görmek gerekirdi. Kapitalist ekonomi, emperyalizmin bu ilerlemiş aşamasında bir kez daha ciddi bir çöküş sorunu ile karşı karşıya. En genel açıklamayla ifade edebiliriz ki mevcut ekonominin üretim düzeyi sermayenin yeniden değerlenmesine yetecek kadar güçlü değil, “aşırı üretim krizi” olarak tarif edilen bu durumda kâr oranı ciddi derecede yetersizdir. Piyasalardaki para miktarı ve bu devasa miktara dayanan borçlanma seviyesi kâr oranındaki gerileme nedeniyle üretim tarafından karşılanamamaktadır. Uyaralım ki bu bir “üretimsizlik sorunu” değildir, üretimin “değersiz”leşmesi sorunudur. Kapitalist ekonomik düzende üretim kâr odaklıdır, kâr yoksa üretim gereksizleşir, anlamsızlaşır. Halihazırda devam edem krizin temelinde “kâr” sancısının bulunduğunu asla unutmamak gerekir. Diğer bütün tartışmalar, gelişmeler, olaylar bunun devamıdır. Politikacıların hırsı, manyaklığı, basiretsizliği buna dahil…
Halklara yoğun bir şekilde propaganda edildiği gibi burjuva devlet mekanizması sistemin devamlılığı için kendi içinde her tür önlemi almış olmakla ünlüdür. 350 yıllık büyük ve zengin bir deneyime sahip burjuvazinin politikacıların hırsını, manyaklığını, basiretsizliğini kontrol edemeyeceğini düşünmek derin bir saflık değilse eğer büyük bir aldatmacadır. İran’a yönelik İsrail kışkırtıcılığından çok daha önemli bir sorun varken; ABD ekonomisi durgunluğa resmen girmişken, Avrupa ekonomisi gelecek için hiçbir güven veremezken, özellikle İngiltere’de ve Almanya’da “refaha alışkın” halkın umutsuzluğu ve gelecek kaygısı iç kargaşalara yol açacak denli derinleşmişken “savaş riski”ni Netanyahu’nun Filistin halkına bitmek bilmez öfkesi, kini ile açıklamak ahmaklık ötesidir.
Bugün dünyanın birçok bölgesinde ciddi savaş risklerinin bulunduğundan hiçbir kuşku yok. Bu yerlerde devletler bir süredir savaş için hazırlık yapmaktalar. Silah ticaretinin olmadık derecede artması, savaş riskine dair açıklamaların en uç boyutlarda ifade edilmiş olması bu hazırlıkların sonuçlarıdır. Peki bu durumda biz dikkatimizi bu savaş riskine mi vermeliyiz? Savaş olasılığı tartışmalarına biz nasıl yaklaşmalıyız?
Gündemimizi belirlerken, yapacaklarımıza ve yapabileceklerimize dair tartışırken bu sorun belirleyici olmalıdır.
Savaş riskinin bir gerçeklik olduğunu kabul etmekle birlikte bu riskin kaynağı hakkında net olmak gerekir. Riski halkın kapısına kadar getiren ve halklara “savaşa hazır olmaları” için çağrılar yapanlar kapitalist emperyalist sistemin sahipleri, sözcüleri ve uşaklarıdır. Mevcut dünya düzeni içinde konumlanmış, rol almış herkes bu riskin yaratıcısı veya besleyenidir. Komünistlerin savaş olasılığına karşı ilk tespitleri yaşadıkları ülkedeki egemenleri bu olasılıktan sorumlu tutmalarıdır. Kuşkusuz birileri daha çok birileri daha az sorumluluk taşır. Örneğin ABD ile İran eşit derecede sorumlu olmadıkları gibi Kanada ile Çin de farklı derecelerde bu olasılığın sorumlusudurlar. Ne var ki bu farklı dereceler bunların düzen içinde işgal ettikleri yer ile ilgilidir. Bu ülke halkları için yönetimleri asıl sorumlu olarak görülmeli ve mücadelenin yönü önemli derecede onlara yönelmelidir. Daha baştan egemenler için savaşılmayacağı ilan edilmelidir. Bir işgal olmadıkça başka bir devlete, başka bir ülkeye karşı hiçbir savaş halkın savaşı değildir. Sömürü sisteminin devamı, yeniden ayağa kalkması için verilecek savaşlarda halklar piyondan ibarettir. Her büyük savaştan sonra halkların, yeniden krizler yaşamak zorunda kalacak sömürü düzenlerinin çarklarına atılmaları bunu açıklar.
İran’ın Haniye’nin kendi ülkesinde öldürülmesinden sonra İsrail’i cezalandırmak istemesine hak vermek bu noktada irdelenmeye değerdir. Şu soruyu sorarak irdelemeye başlamalıyız: İran rejimi halk için bir rejim midir? Bu rejimden ABD emperyalizmi başta olmak üzere tüm dünya emperyalistleri sonuç olarak memnunlar mıdır? Bu rejim tüm gericiliğine ve çağdışı normlarına, halkının çıkarlarıyla tam zıt özellikler taşımasına karşın nasıl ayakta kalabilmektedir? Yanıtımız bu rejimin dünya devletleri, egemenleri tarafından aslında desteklendiğini içeriyorsa Haniye’nin kendi ülkesinde öldürülmesiyle sonuçlanan saldırıdan ötürü rejimin “öfkeli” olması bir aldatmaca olarak değerlendirilmelidir. Kendi halkına kan kusturan bir devletin kendini “zaaflı” gösteren bir saldırıdan ötürü öfkelenmesine hak verilmesi bu hakkı verenin neyi önemsediğini gösterir. “İran İsrail karşısında haklıdır”; ama kendi halkı karşısında bin kez, milyon kez haksızdır. Devletler arasındaki haklı haksız tartışmalarına bu seviyede bir katılım, egemenler arasındaki sömürü-talan düzeninden kimin birinci derecede yararlanacağı dalaşında “destekçi” olmaktan öte bir gerçekliği yoktur. Bu gerçeklikle aramıza koyduğumuz mesafe halkın devrimci çıkarları açısından, proletaryanın çıkarları açısından baktığımızı gösterir. Bu mesafe alabildiğine uzundur. Bunun egemenler arasındaki dalaşlardan halkın çıkarları bakımından yararlanmamak anlamına gelmemesi gerekir. Temel sorun tüm sorunlara özel olarak proletaryanın, genel olarak halkın çıkarları açısından bakabilmektir.
Türk devleti Tayyip Erdoğan özgülünde anti Siyonist bir çizgi izlemiş görünmektedir. Oysa gerçeklik bu görüntünün tersidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan “içerideki” bir konuşmasında İsrail’e girebileceklerini ifade etmekle ne derecede kendini bilmez olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu konuşmasına, verilen onca tepkiye rağmen bir içerik kazandırmaması, bırakalım tepkilere yanıt vermeyi aynı konuşmayı tekrarlayamaması bile onun göstermelik, manipülatif üslubunu bir kez daha ele verdi. TC’nin ABD-İngiltere uşağı, Siyonizm dostu bir ülke olduğu gerçeği Arap halklarının yabancısı olduğu bir gerçeklik değildir. “Güçlü” ama göstermelik İslami söylemleriyle AKP bu konuda da ciddi bir yanıltma politikası izlemiş olsa da genel olarak Arap halklarının bu gerçekliğin farkında olduğu kesindir. TC’nin Orta Doğu politikaları halkların aleyhine politikalardır. Kürt ulusuna, ezilen ulusların haklı mücadelelerine düşmanlık yapmakla dolu tarihi, bu süreçte de geçerlidir. Suriye devleti ile aranan iş birliği Kürt halkının kazanımlarının kendisi için, egemen sınıflardan bir avuç zorbanın, asalağın kendi dar çıkarları için yarattığı tehlikeyi önlemeyi içermektedir. Bu yüzden her an saldırmaya, işgal etmeye hazır bir politik yaklaşıma sahiptir. Irak ile yapılan nafile anlaşmalar nasıl bu amacı gütmüşse, en son Mısır’a yapılan ziyaretin de amacı budur. Bu ziyaretin Gazze halkının ihtiyaçlarını karşılayacak olanakları yaratmakla ilgisi yoktur. Amaç Mısır’ın bölgedeki rolünü kabul etmeye ve bu rolden hareketle çıkar elde etmeye dayalıdır. Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin Türkiye ziyareti ile başlayacak “yeni” sürece dair hazırlıkların TC’nin Akdeniz ve Suriye özgülündeki çıkarlarının korunmasını sağlamak olduğu çok açıktır. Filistin halkının uğradığı soykırım ölçeğindeki saldırının bu ziyaretin konusuymuş gibi dile dolanması İsrail saldırıları karşısında hiçbir şey yapmadığı gibi her türden ticareti ısrarla sürdürmüş TC’nin çirkin bir ikiyüzlülüğüdür. Benzer içerikteki saldırının Kürt ulusuna, geçmişte Ermenilere uygulandığını tüm dünya bilmektedir. Halkımız bu gerçekliğin farkındadır. Kuşkusuz bilmek, gereğini yerine getirmek anlamına gelmez. Bunun için doğru bilinç ve güçlü bir örgütlenme gerekir…
Egemen sınıfların kendi aralarındaki dalaşların parçası olmakla, tüm ülkeleri sarsmakta olan ekonomik krizin sorumlusu olarak sistemi değil de “iktidara karşı muhalefeti” destekleyen bir anlayışı üreten biçimde kişileri görmek söz konusu doğru bilincin en güçlü engelidir. Elbette tüm gücümüzle her türden haksız ve yanlış pratiğin karşısında yer alacağız. Bunu doğru bilinçle, proleter bakış açısından gerçekleştirmek ve örgütlenerek bu bilinci halka mal etmekle tüm haksız ve yanlış pratikleri mağlup edebileceğimizi bilmeliyiz. Bunun için çeşitli milliyetlerden tüm halkın çıkarlarına dayanarak ezilen uluslara yönelik her türden hakaretin karşında durmak, sömürünün ve zorbaca yönetimin birer piyonu gibi kullanılan tüm canlıların ve hatta doğanın özgürlüğünü savunmak görevleriyle karşı karşıyayız. Bunun için yeterince cesaretimiz ve özgüvenimiz olmalıdır. Cesaretin ve özgüvenin değerini bilelim…