İnsanlık tarihi sıçramalarla ilerler ve tarih boyunca oldukça seyrek olan bu sıçramalar büyük insanlık yürüyüşünde belirleyici derecede etken olaylardır. Bazen öyle uzun aralıklar söz konusudur ki bu dönemleri inceleyen tarihçiler keskin bir çürümeden, derin bir yıkıntıdan söz ederler. İçinden geçtiğimiz sürecin de keskin bir çürüme, derin bir yıkıntı içerdiğini söylemek mümkün. Fark şudur ki bugünkü teknolojik seviye ya da üretim araçlarının geldiği yüksek seviye muazzam bir göz boyama oyunu oynamakta. Azınlık bir insan grubu çok yüksek bir zenginlik seviyesinde yaşarken çoğunluk derin bir yoksulluk yaşamakta. Üstelik bunlar arasındaki makas sürekli açılmakta. Bu açıklığın da sıçramalı yükseliş göstereceğini biliyoruz. Yarın çok daha büyük bir yoksulluk ve zenginlik ile karşılaşacağımızı rahatlıkla söyletebiliriz. Son gelişmeler bunu bir kez daha teyit etti.
İnsanlık, Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağına girdiğinden itibaren burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin akıbetine bağlı bir “kader” savaşında. Bu akıbetin sonucu hakkında yapılan yorumlar defalarca tartışılmıştır. Marks ve Engels’in Avrupa’daki devrim beklentisi de çok tartışılmıştır. Fakat emperyalizmin ulusal kurtuluşları da içeren proleter devrimlerle yenilgisinin olası sonuçları hakkındaki yorumların bu tartışmadan çok daha yoğun ve özellikle de komünistler aleyhine sonuçlarla değerlendirildiğini söylemek gerekir. Bugün bu tartışmalara yeniden dönmenin gereği vardır. Emperyalizm Amerika Birleşik Devletleri (ABD) şahsında bir yeni “kaosa” sürüklenmekte, zorbaların hiçbir “zaferi” onlar için istikrarla sonuçlanmamakta, aksine her biri için koşullar zorlaşmakta, kendi içlerindeki dalaş daha gergin bir seyir izlemekte…
Trump’ın başkan seçilmesinden beri ABD yaşananlar dünyanın egemen çevreleri arasındaki dalaşın hem derinliğini hem de uluslararası sıkışmayı ortaya serdi. Bunu daha önce de görmüştük. Trump ilk seçildiğinde de karşı cepheye yönelik dikkat çekici hamleler yapmıştı. Bu kez bunları tekrarlamakla yetinmedi, daha ileri gitti. Çünkü kaybettiği mevziler vardı, yakın süreçte açık saldırılara uğramıştı. Üstelik bugün dünden çok daha fazla “güçlü ABD” isteği ve çığlıkları var. Trump, ilk gününde dünya kamuoyunun gözü önünde Paris İklim Anlaşmasından çekilme kararnamesini imzaladı ve imzalarken “bu bir sahtekârlık, çöpe atıyorum” ifadelerini kullandı. Bilindiği üzere söz konusu anlaşma bir çevre anlaşması olmaktan çok dünya ekonomisinin esasları hakkında bir düzenlemeydi. Geçen süreçte düzenlemenin tek faydası ekonomik dengelerin görece korunmasıydı. Hegemonyanın bir devlet lehine gelişmesinden çok sermaye grupları arasında yayılmasını amaçlayan anlaşmanın bir çözüm olmadığı açıktı ve iklimle ilgili olmadığı da bilinmekteydi. Trump “sahtekârlık” derken haklıdır, ne var ki onun da yaptığı bundan farklı değildir. Yaşanan kavganın iklimle, halkların güvenliği ile, gerçekliğin halka sunulmasıyla ilgili olmadığını açık. Kavga egemenlerin kendi aralarındaki kavgadır ve üstelik hiçbirinin diğerinden farklı bir niyeti veya amacı bulunmuyor. Paris İklim Anlaşmasında amaç olarak ortaya konanların, en başından beri erişilemez olduğu konusunda kimsenin şüphesi bulunmazken anlaşmanın içerdiği “ortaklığın” emperyalizmin tabiatına aykırı olduğu gerçeği ise pek irdelenmedi. “Küreselleşen” dünyada bu tür bir ortaklığın mümkün olduğu algısı aynı zamanda ideolojilerin sonu iddiasının içerdiği devrimci hareketi zayıflatma niyetiyle de ilgiliydi. Dünyanın iklimini koruma iddiası ile kapitalizme içkin olan büyüme zorunluluğu çelişmelidir. Bu tür iddialar elbette her zaman mümkündü, kapitalizmin “halklar için” de çalışabileceğini sonsuz kere dinledik. Faşizmin gelişiminde dahi bu iddia söz konusuydu. Alman halkı özellikle kapitalden halkın da yararlanacağı propagandasıyla kandırıldı. Gene de bugün “küreselleşme” adı altında gerçekleşen aldatmacanın, Paris İklim Anlaşmasıyla yapılan kandırmacanın daha da büyük olduğunu söylemek gerek.
Trump, sadece iklim anlaşmasını “çöpe göndererek” etkili bir hamle yapmadı, aynı zamanda OPEC’e petrol fiyatlarını düşürme çağrısı yaparak yeni sürecin zorlukları ile nasıl mücadele edeceğini gösterdi. Zorbalıktan başka bir seçenekleri yok. Petrol fiyatları uzun zamandır baskı altında, en son 150 dolar civarındaki fiyat bugünlerde 78 dolar civarında. OPEC uzun bir zamandır petrol fiyatlarını baskılamakta zaten. Trump ABD ekonomisi için faizin düşürülmesinden de söz etti. Bu da dünya ekonomisi içinde ABD ekonomisinin ne derecede öncelikli olacağını sergileme tutumuydu. Trump bu tutumu önceki dönemde de göstermişti. İşler istediği ya da vadettiği gibi gelişmedi. Bugün için de tersinin olacağını gösteren bir veri yok. Elbette Biden’da temsil edilen “öncelik küresel ekonomi”cilerin dünyayı ama özellikle de ABD’yi daha iyi bir yer haline getirememelerini es geçiyoruz! Dünya da ABD de bundan sonra daha iyi bir yere gelmeyecek, her şey buna işaret ediyor. Trump ve hempası bu “yeni” sürecin kılavuzluğunu yapacak sadece. Hempasının önde gelenlerinden birinin Elon Musk olması da söz konusu kılavuzluğun “samimiyetine” işaret ediyor.
Elon Musk’ın yeni hükümetteki görevi Vivek Ramaswamy (bir başka “ilginç” girişimci, Elon Musk gibi ABD’nin bir kimlik krizinde olduğunu ileri sürecek denli pervasız) ile birlikte Hükümet Verimlilik Departmanı’na (DOGE) başkanlık yapmak. Bu bölüm devletteki yoğun israfı önlemek, gereksiz düzenlemeleri kaldırmakla görevli olacak. Bu da gösteriyor ki Trump ile başlayan yeni dönem ABD ekonomisini yatırım merkezi haline getirmek, üretimi coşturmak, sömürü mekanizmalarını gevşeterek hızlandırmak amacı güdüyor. Peki bu mümkün olacak mı? Ayrıca mümkün olsa da bu, ABD ekonomisinin karşı karşıya olduğu zorlukların aşılmasını sağlayacak gelişmeye neden olmayacaktır. Çünkü esas zorluk sermayenin yeniden üretilmesini başaracak mekanizmaların mevcut olmamasıdır. Yoksulluğu derinleştirecek, borçlanmayı artıracak, ödemelerdeki dengesizliği sarsacak girişimlerden ibaret kalacak bu adımlar büyük olasılıkla sonu hızlandırmaktan başka bir şeye yaramayacak. Musk’ın israftan arınma, tasarruf etme yeteneğinin halkın çıkarlarına hitap etmediğini ve edemeyeceğini herkes bilmektedir. Onun bu yetenekleri sermayenin çıkarlarının korunmasına ve her aşamada en ileri derecede gerçekleştirilmesine dayanmaktadır. Bugün hükümette aldığı görevle kendi sermaye gücü de dahil olmak üzere temsil edilen sermayenin çıkarlarını sonuna kadar kollayacağını ve gerçekleştireceğini düşünebiliriz. Bunun için hiçbir şeyden imtina etmeyeceğini Bolivya’daki darbe girişiminde sergilediği pervasız gevezelikten biliyoruz. Bolivya’daki darbe girişimini tam olarak desteklerken “Biz kime istersek darbe yapacağız, buna alışın!” diyecek kadar ileri gidebilen biri Musk…
Bu hamleleri önceki sayılarımızda değindiğimiz seçim öncesi açıklamalarla beraber değerlendirmek gerekir. Bütün bu “zafer” ve “üstünlük” tantanasını desteklemeyen veriler ise orta yerde durmakta. Hükümetin gelir ve giderleri arasındaki açık 2000 yılından beri büyümekte. En son, 2024 yılında hükümetin geliri 4,92 trilyon dolarken gideri 1,83 trilyon dolar daha fazla olmak üzere 6,75 trilyon dolar oldu. Hükümetin borcunun da 2023 yılı sonuna göre 2,3 trilyon dolar daha artarak 35,7 trilyon dolara çıktığı açıklandı. Bu bütçe açığının ve artan borç miktarının yüksek faiz harcamalarıyla ilişkisi Trump hükümetinin süreci yönetirken kullanacağı en güçlü argüman olacağı bugünden belli. Trump, hiçbir karşılığının olmayacağını bildiği halde Fed’e faizi düşür çağrısı da yaptı, üstelik “bu işi ben daha iyi biliyorum” diyerek yaptı bu çağrıyı. Açık ki Trump Fed’i sorumlu tutacak bir siyasetle ilerlemek amacında. Ne var ki bu yöntem Hükümetin kapanmasıyla sonuçlanan ek bütçe oylamalarındaki olası “yol kazaları”nı telafi etmenin bir yolu değil. Önümüzdeki süreçte benzer kapanmaların yaşanması, söz konusu açığı kapatmak için tasarı olarak sunulacak ek bütçenin yeteri oy alamaması beklenen gelişmelerden. Trump’ın “Ukrayna’daki savaşı sonlandırarak” savaş harcamalarının kısılacağına dair umut veren açıklamalardan kısa bir sürede vazgeçmesi bunu doğrulamakta. Ukrayna’da savaşın hemen bitmeyeceği, Putin’in geri çekilmekte, Trump’ın da uzlaşmakta pek de atılgan davranmadıkları, Zelensky’nin de kışkırtıcı davranmaktan çekinmediği kısa zamanda görüldü. Bu gelişmelerin arkasında süreci kendi kontrolüne almak isteyenlerin hırsı olduğunu görmek gerekir. Trump’ın bu aşamada elindeki kozlar bakımından biraz daha avantajlı olduğu bir gerçek. Buna karşılık Trump belirli bir ekonomiye bağlı olmak zorunda ve bu ekonominin de yükümlülükleri var. Trump bu yükümlülükleri taşıdıkça kendi başına hareket etmenin pek mümkün olmadığını, elindeki kozların bu yükümlülüklerle sınırlı olduğunu görerek hareket edecektir. ABD’nin de diğer emperyalist devletlerin de ciddi zorluklarla karşı karşıya oldukları bir saha da Suriye’deki yeni durumdur. Burada HTŞ ile sağlanan “istikrarın” suhuletle ilerlemeyeceği gerçeği her geçen gün biraz daha belirginleşiyor. Bir taraftan HTŞ’nin yönetme kapasitesindeki zayıflık diğer yandan Suriye’de gerginliğin ülkedeki dinamiklerden öte bölge devletleri çıkarlarındaki uzlaşmazlıklardan ileri geldiği gerçeği önümüzdeki sürecin daha da karmaşıklaştığını göstermektedir. Türk devletinin ilk zamanlardaki “büyük zaferi” ya da “ipleri elinde tutan güç” iddiaları yerini Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin, İsrail’in çıkarları etrafında hareket etmesi daha muhtemel HTŞ gerçekliğine bırakmış durumda. Orta Doğu’daki durum hiç kuşkusuz değindiğimiz bu olgudan ibaret değildir. Söz konusu olgu Türkiye’de TC’nin Suriye’deki emellerinin ve gücünün propagandasının içinin boşluğuna dair bir açıklamadan ibaret. Oysa Orta Doğu’da henüz devam eden derin bir saldırı ve direniş gerçekliği var. Orta Doğu’da Direniş Eksenine yönelik emperyalist saldırının büyük başarı sağladığı iddiası Hamas ile sağlanan Ateşkesle birlikte bir ölçüde zayıflamış durumda. Gazze’nin ve şimdi de Batı Şeria’nın Filistinlilerden arındırılması hedefinin belirginleştiği bu süreçte bu amaca ulaşmaktan çok uzak olunduğu bir kez daha görülmüştür. İsrail hükümetinden üç bakanın istifası gelişmelerin gelecek açısından bir istikrar içermediğini gösteriyor. Hiç kuşkusuz Orta Doğu’daki son savaş Filistin ve Hizbullah için ağır kayıplarla geçti. Buna karşın İsrail bütün bu alana hükmedemeyeceği gerçeğini yıkamadı. Başından beri esas amacın bölgede İran’ı mağlup etmek olmadığına dikkat çekiyoruz. Esas amaç Suriye’den İsrail’e kadar olan bölgede “Hizbullahsız”, “Filistinsiz” bir istikrar sağlamak. Bu da Lübnan’da, Gazze’de, Batı Şeria’da “yeni bir düzen” gerektiriyor. Gelişmeler bunun önündeki engellerin kaldırılamaz derecede büyük olduğunu göstermiştir.
Geçmişte de emperyalistler zaferler elde ettiler ve görece istikrar sağlamakla birlikte kapitalizmin neden olduğu sorunların hiçbirini çözemediler. Ürünü oldukları bir sistemin temel sorunlarını çözmelerini beklemek açık bir gaflettir. Buna rağmen bu gaflet genel bir gerçekliktir. Dünya halkları Trump’ın apaçık yalanlarına veya meydan okumalarına gene aldanabilirler ya da aldanacaklardır. Orta Doğu’da devam eden “istikrarsızlığın” giderilemeyeceği gerçeğine rağmen “direniş ekseninin” ağır yenilgisi de halkların beynine kazınacak bir başka gerçeklik olacaktır. Hem halklara gösterilen ve öğretilen bu olduğu için hem de devrimci hareketin henüz kumandada olmamasından ötürü…
Tarihte devrimci, özel olarak komünist hareket birçok önemli aşamada süreci kumanda etmekteki “başarısızlıktan” ötürü emperyalizmi tarihin çöplüğüne atma olanağını yitirmiştir. Örneğin 1. Dünya Savaşından hemen sonra Almanya’da oluşan devrimci durumu Alman Sosyal Demokrat Partisi “kullanamadığı” için, devrimin komünist önderleri Karl Liebnecht ve Rosa Lüksemburg katledilip Alman halkı doğru bir önderlikten tamamen mahrum bırakıldığı için Avrupa proleter devrimler çağına burjuvazinin azgın yönetimleriyle, faşizmle girdi. Oysa başta Lenin olmak üzere komünistler Avrupa’da büyük bir devrimci atılımın gerçekleşeceğinden emindiler. 2. Dünya Savaşından hemen sonra gene Avrupa’da çok güçlü bir devrimci durum söz konusuydu. Bunun da ötesinde tüm emperyalizm Asya’da ve Afrika’da proleter devrimler çağının bir parçası olarak gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri muzafferane bir gelişim gösteriyordu. SSCB, büyük bir yıkıma uğramasına karşın Nazilere diz çöktürdüğünde tüm Avrupa’da komünist hareket büyük bir güç kazanmış ve Avrupa gene büyük bir devrimci atılımın öngünlerini yaşamaya başlamıştı. Hem SBKP hem de Mao Zedong bu gerçeğe dikkat çekip emperyalizmin yenileceğinden emin sözlerle geleceğin proleter devrimler lehinde muhteşem göründüğünden söz ettiler. Ne var ki süreç böyle gelişmedi. Çünkü sürecin kumandasında komünist irade yoktu. Objektif şartlar uygun olduğu halde Avrupa’da komünist partiler revizyonistlerin elindeydi ve SBKP’de Stalin önderliğindeki komünistler Sovyetler Birliği’nde iktidarı kaybetmekteydiler. Mao da diğer komünistler de zaferden emin oldukları halde yanıldılar. Yıllar önce Lenin’in yanılması gibi! Bu süreçler birçok kez yaşandı. Komünistlerin yanılgısını nasıl açıklamak gerekir. Onlar gerçekten de objektif şartların tahlilinde yanlış mı yaptılar? Emperyalizmin çürümüş kapitalizm olduğunu ileri sürerken hata mı yaptılar, halkların gücünü mü abarttılar?
Tarihin ilgili sayfalarının özellikle bugün ve yeniden, ısrarla okunması gerekiyor. Komünistlere en başından beri, Marks’ta, Engels’te, Lenin’de hatta Stalin ve Mao’da sinmiş bulunan iyimserliği nasıl açıklamak gerektiğini bu sayfalardan çıkarabiliriz. Çok bilinen, buna rağmen önemli tartışma anlarında sıklıkla göz ardı edilen bir gerçeğe dikkat çekelim: komünist hareketin başarısı için sadece objektif şartların uygunluğu yetmez, bundan daha da önemli olarak devrimci iradenin bu şartlar içinde güçlü ve hazırlıklı olması gerekir. Emperyalizmin tarihin çöplüğüne atılması için, halkların muzaffer yürüyüşü için koşulların esas olarak uygun olduğunu başından beri ileri sürüyoruz. Fakat bu mücadelenin basit bir mücadele olmayacağından da “sırtımızı koltuğa yaslayarak muhteşem zaferin gerçekleşmesini izleyemeyeceğimizden” de en başından beri eminiz. Komünistler kazanacaklarından emindirler, çünkü kazanmak zorundalar. Emperyalistler kaybetmemek için “muazzam” bir dirençle, dolayısıyla korkunç bir kötülükle hareket edeceklerdir, çünkü kaybetmeleri yok olmaları demektir.
İçinde olduğumuz sürecin emperyalizm ve proleter devrimler çağı olduğunu söylediğimizden beri iki güç arasındaki savaşın biri için bir yok oluş içerdiğini de söylemiş oluyoruz. Birinin yok olması demek diğerinin de sonu olacaktır hiç kuşkusuz. Emperyalizmin alacağı güçlü bir yenilginin onu hızlı bir yok oluşa sürükleyeceğinden emin olmamız boş bir iyimserlik değildir, bir gerçekliktir.
Marks ve Engels zamanındaki Avrupa’da olduğu gibi bugün de aynı sorun/zaaf söz konusudur: Proleter devrimin sınıf bilinçli, örgütlü ve tam donanımlı bir savaş gücüne ihtiyacı vardır. Bu seviyeye varılmadıkça çürümekte olan kapitalizmin lanet kokusuyla halklarımız zehirlenmeye devam edecektir.