İlk kez 1975 yılında Oda Yayınları tarafından ve 2009 yılında “Eylem Adamları” adıyla Kaldıraç Yayınları tarafından basılan Jean Laffitte’nin romanı, 2021 Haziran’ında Yordam Edebiyat seçkisiyle yeniden bizlerle buluşturuldu.
Eylemciler’e Fransız sosyalist gerçekçi romanının önemli bir parçası olma unvanını kazandıran, yazarı Jean Laffitte’nin mücadele yaşamının önemli bir kesiti bu kitapta yer alıyor. Ve diyebiliriz ki “gerçekçilik” kaygısının sorumluluğu kitapta da ağır basıyor diyebiliriz.
Genç yaşlarda fırınlarda pastacı olarak çalışan, 1933’te Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) üye olan Laffitte, Ekim Devrimi ve onun yarattığı sol-komünist dalgayla dengelerin sarsıldığı, diğer yandan faşizmin yükselişe geçtiği bir dönemde partinin görevlerine tutkuyla sarılır. Fransa Nazi işgali tehdidiyle karşılaştığında yani 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlangıcında hapse atılır (Haziran 1940). Aynı yılın kasım ayında hapishaneden kaçar ve zaten 1930’ların sonuna doğru illegal yapısını güçlendirmeye başlayan FKP’nin yeraltı örgütlenmesine katılır. Bu noktada, kitabın sınırlarının dışına da çıkarak şuna işaret etmek gerekiyor: Laffitte’nin bu firarı, işgal karşısında illegal yapılanmaya ağırlık veren FKP’nin ciddiyeti, taşıdığı umut ve mücadele gücü ile doğrudan ilişkilidir!
Laffitte bu dönemde işgal altındaki Fransa’da Ulusal Cephe’nin ve Paris Bölgesi’ndeki FTP’nin (Fransız Partizan ve Savaşçılar Örgütü) kuruluşunda görev alır. 14 Mayıs 1942’de Saint-Mande’de Fransız polisinin özel kuvvetlerince yakalanır, Gestapo’ya teslim edilir ve Mauthausen Toplama Kampı’na gönderilmek üzere 1943 Mart’ında sınır dışı edilir. Mauthausen’de bir süre kaldıktan sonra Ebensee kampına gönderilen J. Laffitte, burada birçok ölüme tanık olurken kendisi hayata tutunmayı başarır ve 1945 Mayıs’ında ‘Kurtuluş’la birlikte özgürlüğüne kavuşur.
Lafitte’nin 1940 Kasım’ında Orleans Hapishanesi’nden kaçıp partinin yeraltı çalışmasına katıldığı günler, FTP’nin de inşa sürecidir. Laffitte ile birlikte, 24 Eylül 1941’de giyotinle idam edilecek olan Jean Catelas, Arthur Dalidet, Felix Cadrus, Albay Dumant, Danielle Casanova, Michel Brule, Calonne, Jocgues Duclos gibi komünist ve işçi kadrolar da direniş içerisinde FTP’nin inşasını örgütlemektedirler. Paris merkezli Fransız direnişinin sokaklarda ‘yasadışı’ bildiri dağıtımlarıyla, illegal gösterilerle, maden işçilerinin antifaşist grevleriyle şekillendiği bir dönemdir bu. FKP kadroları günde 7-8 randevu yapmakta, kendilerine ve altlarına bağlı ‘üçgen’ kodunu verdikleri iki militan ve bir sekreterden oluşan komiteleri yönetmekte ve eylemlerini koordine etmektedirler.
Kuzey ve Pas-de-Calais Bölgesi’nde 1941 Şubat’ında başlayan kısmi grev, mayıs ayında genel greve dönüşmektedir. İşçilerin ezici çoğunluğunun desteğini alan FKP bölge yöneticilerinin ortaya attığı ‘genel grev’ sloganına işçiler 28 Mayıs’ta Marles, Liany-les-Aire, Bruay, Bethune, Noeux havzalarında da işi durdurarak cevap verirler. Bruay’deki memurların da işçilerle dayanışma hareketine girmesiyle grev, Pas-de Calais’de tamamen genelleşir. Ekonomik düzeyde başlayan grev, yurtsever bir harekete dönüşür. Hitler faşizminin vahşice saldırıları da gecikmez; kitlesel tutuklamalarla, Joseph Delobel, Louis Delobel ve Alexandre Cathelain gibi işçi militanları kurşuna dizerek greve karşı harekete geçilir.
Bu günlerin, iki FKP kadrosunun, Felix Cadras ve J. Laffitte’nin randevularındaki diyaloglarından inanç dolu günler olduğunu anlamak mümkün:
“ – Tutuklananların sayısı belli mi?
– Kuşkusuz binlerce ama bunun pek sözünü etmemek gerek zira işçilerin moralleri bozulabilir… Baskı konusunda bir fikir edinmen için şunu söyleyebilirim ki yalnızca Noyelles-Godault köyünde on arkadaş tutuklandı. Başlarına ne geldiğini bilmiyoruz.
– Peki şimdi neler oluyor?
– İşte yeniden başladı ama baltalamaya dönük hareketin de gitgide güçleneceğini, Almanların gitgide daha az kömür elde edeceklerini kesin gibi görebiliriz. Üstelik şunu da kanıtlamış olduk ki savaşma olanağı her zaman vardır ve biz de düşmana darbeler indirebiliriz. Başkalarını asıl yüreklendirecek olan budur…”
Yine Felix Cadras’ın gözünden bu grevde kadın işçilerin rolünü okuyoruz:
“– Kadın işçi arkadaşlarımızın olağanüstü olduklarını söylemek ve yinelemek gerek. Bildirileri onlar dağıtıyorlar, greve hazırlık kuvvetlerini onlar örgütlüyorlar ve erkeklerini mücadeleye yöneltiyorlardı. Örneğin Courcelles-les-lens’de 10 numaralı kuyuda olanı anlatayım bak: Grevin başlamasından iki gün sonra tek bir işçi bile işbaşı yapmamıştı. Gezici muhafızlar tarafından korunuyordu bu kuyu. Kadınlar ise mahallede, kuyuya inmeye kalkışan olursa müdahale etmeye hazır durumda ortalığı gözetliyordu. Ve işte, tam bin yüz kişi arasından sadece bir tanesi işinin başına gitmeye yeltendi. (…) evlerin önünden geçerken, elleri süpürgeli, kararlı kadınlar onu bekliyordu. Kolları sıvayıp hemen üzerine çöktüler ve iyi bir sopadan sonra bir de çırılçıplak bıraktılar herifi. Çektikleri onca acıya karşın herkes hala gülüp duruyormuş olaya.”
1941 yılı başında Alman birliklerinin Sovyet sınırını geçmesi ve Luft waffe uçaklarıyla Kiev, Odessa ve Sivastopol’u bombalamasıyla FKP’de daha yüksek düzeyde eyleme geçmektedir. Bu dönemde Alman işgalcilerinin Fransa’daki baskıları da artar. Yazarın da söylemiyle, ‘ateşle imtihan’ günleridir.
“ – Yaz sıcağı bastırdı. Alman radyosu her gün zafer marşlarının ardından bildiriler yayınlamaya başlamıştı. Basında geniş yer alan bir haber, o günden itibaren her türlü komünist eylem ve gösterinin hemen ölümle cezalandırılacağını bildiriyordu. (…) Bugün değişmiş bir şeyler var havada. Yeni başlayan oyun, yalnızca özgürlüğünü kaybetme pahasına oynanmıyor, kelleler de ortada. Yitirilecek olan aynı değil artık. Üzerimde bulunan tek bir yazı, hakkında tek bir tanıklık… ve yarın, böylesine güzel görünen güneş parlamayacak gözlerimde. Ansızın yokluğun çukuru olabilir yarın. Tehlikenin milyonlarca insanın üzerine aynı zaman zarfında yayıldığı olağan bir savaşta, ölüm, bir kazadan pek farklı görülmeyen, barış zamanında da olabilecek bir rastlantı durumuna gelir. Onun hakkında düşünmez bile insan. Peki ya burada?… Burada durum çok başka. Her yerde hazır ve nazır olan ve bu kez canını bağışlamayacak bir düşmana karşı sürekli savaşmak gerekiyor burada. Bu mücadeleyi büyütebilmek için, ölümün süreklileşen tehlikesini bile bile sırtlayabilecek bir yetenekte olmak gerekiyor. Geride bırakılması gereken bir aşama bu.
Peki ya üstesinden gelebilecek miyim ben bunun? Otuz bir yaşındayım, gücüm yerinde, ailem, dostlarım, yoldaşlarım ve önümde bir yaşam… Peki, yaşam dediğimiz nedir ki? Yalnızca soluk almak değil elbette… Hareket etmek, düşünmek bakmak, sevmek, umut etmek, insan olmak aynı zamanda… Ve de bütün bunları yapacak özgürlüğü olmak. Bu özgürlük olmaksızın her türlü anlamını yitiriyor yaşam ve işte sonunda başımıza gelen saldırı ortada… ‘Özgür mü, yoksa köle gibi mi yaşamak?’ sorusuna yanıt vermek çok da zor değil ama yetmiyor bugün. Yarın için korku dolu bir tercih sorunu çıkıyor ortaya… Hayatın anlam ve hedefinden vazgeçmektense özgür bir insan gibi ölmek… Ve bu seçimi tek başına yapmak durumundasın… Demek ki ölüm olasılığını kabullenmek zorundayım… ama bu bilinçli kabullenme de onun önünde koşuşturup durmak anlamına gelmiyor, bir yandan da güçlü kılıyor beni. Artık bir rastlantı söz konusu değil bizi sonuncumuza dek tüketmek isteyenlerin bilinçli eylemlerinin sonucu olan ölümü geriletmek mümkün. Bizi yok etmek isteyenlerle savaşırken onunla da savaşmak mümkün. Bu durumun kendisi, onların güçsüzlüğünün bir kanıtı değil mi? Dövüşmek ve de daha iyi dövüşmekten başka çıkar yol yok.”
İşte bu ‘ateşle imtihan’ günlerinde ‘yaşamak’ çelişkisi, daha keskin bir ayrımı oluyor insan yaşamının! Yaşamın anlamını sadece, ne olursa olsun, bedenen bir varoluşa mı indirgeyeceğiz. Yoksa insan düşünce ve duygusunun, her türlü yetilerinin sınırlarında dolaşan ve o sınırları da sürekli zorlayan bir varoluşu mu tercih edeceğiz? Fransız komünistler herkesin savaşta olmadığı, dolayısıyla tutsaklığın ya da ölümün olağanlaşmadığı anlarda, ‘dövüşmek ve de daha iyi dövüşmekten’ yana yapıyorlar tercihlerini… Alman işgalcilere ait odun depolarını yakıyor, yağ taşıyan trenleri deviriyor, lokomotiflere sabotaj eylemleri düzenleyerek raydan çıkarıyor ve böylece ikmal yollarını tıkıyor, Alman uçaklarının iniş takımlarını bozuyor, uçakların yere çakılmasını sağlıyor, şehri bildiri ve silahlarla doldurmak için canhıraş çalışıyorlar. Her tutuklananın yeri misliyle dolduruluyor, tasfiye olan her hücrenin yerine, daha yaygın hücreler örgütleniyor.
“ – Artık tek bir hafta geçmiyordu ki polis bir kaçımızı yakalamasın… Ne olursa olsun, tutuklamaları öğrenmek çok acı veren bir şeydi bizler için. Oysa, savaşta düşen arkadaşlarının üzerine eğilmeleri olanaksızdır savaşanların, sürekli ilerlemeleri gerekir çünkü. Tutuklanmış bir militan yitik bir adamdır bizim için. Kurtarılması daha sonra düşünülecek ama şimdilik yaşayanların içinden adının çizilmesi gereken bir yaralıdır. Hatta kalanların güvenliğini sağlamak için çevresindeki kişilerle doğrudan ilişkileri de kesmek gerekir. Önemli olan, boş yerin anında doldurulmasıdır. Mücadelenin bu zorunluluğu, bizi, bir insana beslediğimiz kişisel duygularla değil o insanın yerine getirmekte olduğu görev açısından yargıda bulunmaya götürür. Örgütün çıkarları açısından düşünüldüğünde, üç kişiyi yöneten biri yerine, o üç kişinin kaybı daha tercih edilir bir durum haline gelebilir. Savaşta, bir tayfa, geminin savaşı sürdürmesini engelleyemez, oysa kaptanın yok olması ölümcül olabilir.”
FKP kadrolarının da tüm varlıklarını mücadeleye adamaya hazır olan yoldaşlarına karşı, onların önünde yürümeye layık olmaları, canlarını tehlikeye atmaktan korkmamaları gerekiyordu elbette… Ayrıca FKP liderlerinden Arthur Dalidet’in de söylediği gibi bu ‘ateşle imtihan’ günlerinde “Cesaret korkmamak değil önce korkuyu yenmekti.” Sonucu bilerek savaşmayı kabul edenlerin zafer yolu kesindir ancak zorlu ve acılıdır da. 1942 senesinin şubat ayı, Laffitte’nin karısının da bulunduğu örgütün bir bölümü çökertilir. Laffite, bu darbeden kıl payı kurtulur ve güvenli bir yere çekilir. Kitabında, bu başarıyla kapıldığı duygulara bizi de katar: “Beni de ele geçirmek isterler elbette. Hepimizi ele geçirmek isterler… ama işte buradayım, istedikleri kadar arasınlar, bulamazlar beni. Burada beni kimse bulamaz, çünkü kimse bilmiyor burayı. Kuşkularımın ve aydınlanma anlarımın arasında yepyeni bir duygunun ağır ağır içimi kapladığını hissediyorum; sevinç bu. Kendimi, bu odada, az önce beni arayanların hepsinden daha güçlü hissetme sevinci. Mücadele sürüyor. Her şeyden önce büyük bir güç, ardıma bakmama bile zaman bırakmadan ileriye doğru itiyor beni. Yarın tutuklanma sırası belki de bende. Ama bugün ötekilerle birlikte, hepsiyle birlikte savaşmayı sürdürüyorum. Bizi köşeye sıkıştırıp yakalamak istiyorlar! Bizi ele geçirmek istiyorlar! Biz yeneceğiz onları (…) Düşman her yerde ama biz hem her yerdeyiz hem de hiçbir yerde değiliz.”
Laffitte için de ‘tutuklanma sırası’ gelmiştir. 20 Mayıs 1942’de Mande’deki yeri gizli evinden çıkarken Fransız polisine yakalanır, Puteaux Polis Merkezine götürülür:
“ – Komünist Partisi’nde çalışarak kime hizmet ettiğinizi düşünüyorsunuz?
– Ülkeme.
– Öyle mi sanıyorsunuz gerçekten?
– Kesinlikle.
– Pekâlâ bayım ama yanılıyorsunuz. Siz komünistler sardınız zaten bu belayı başımıza. Bugün de Alman askerlerine karşı budalaca eylemlere girişen, gerçekte Maraşel Petain’e karşı dikilen de yine sizsiniz. Eskiden haindiniz, şimdi bir de haydut oldunuz. Bütün bunların nedeni de düzen düşmanı, halkın sefaletiyle geçinen sefiller, en basitinden yabancı ajanlar olmanızdır. Fransız falan değilsiniz siz!
– Onun için de bizi Almanlara teslim ediyorsunuz, öyle mi?” (!)
Laffitte, 29 Mayıs 1942’de La Sante Hapishanesi’ne götürülür. Sekiz ay burada militan yaşantısı sürdürdükten sonra Fresnes Hapishanesi hücre tipi olduğu için öğleleri içinde iki şalgam yüzen bir bulamaç, akşam dörtte de bir parça kara ekmek veren askerden başka geleni, gördüğü de yoktur.
“… Bir an için gözleri doyurabilecek bir gökyüzü köşesi, kuş sesi, gürültü bile yok. Her şey öylesine düzenlenmiş ki mezar duvarlarına benzeyen bu kalın duvarların arasına tıkıştırılmış insanın üzerine ümitsizlik çöksün sadece. Yine de ötekilerin dışarıda sessizce düşündükleri şeyler yüksek sesle söylenebiliyor Fresnes’de. Duvarların içinden birbirine sesleniyor, koşuyor, haberleri bağırarak iletebiliyorsun. Bütün denetleme ve gözetlemelere rağmen açık bir pencereden ya da kırılmış bir camdan yükseliyor umut sözleri ve mücadele çağrıları.
1943 yılının Şubat ayındayız şimdi. Biliyorum ki radyo zafer marşları çalmıyor artık. Biliyorum ki sekiz gün önce Wehrmacht’ın bir bildirisi Stalingrad’ı yitirdiklerini doğruladı. Biliyorum ki Nazi canavarı ölümüne yaralı. Ama izlenen yolun kıyısı mezarlarla dolu. İlkin Romain kurşuna dizildi, 27 Ağustos 1941’de. İdamını bildiren afişte Nogarede adı vardı. 17 Ağustos 1941’de tutuklanmış olan Jean Baillet, gerçek kimliğini bile söylememişti. Elie, 1941 yılının Aralık ayında kurşuna dizildi. Albert, 30 Mayıs 1942’de. Emile, yine 30 Mayıs 1942’de. Denis, Eylül 1942’de…”
Yolda düşenlerin hesabını yapma olanakları yok komünistlerin…
Fresnes ve ardından Romainville hapishanelerden sonra, Laffitte ve yoldaşlarının yazgısı ya Valerien Tepesi’ndeki idam mangalarının önüne çıkacak ya da Lafayette Sokağı’na ve Kuzey Gar’ına çıkacaktır: sürgüne ve toplama kamplarına! “Bulvara yönelir gibi oluyor aracımız. Yavaşlıyor… Duraksıyor gibi… Dönüyor… Yön değiştiriyor… Sürgün yolu bu.”
Laffitte artık kurtuluşa kadar Maat hausen ve Ebensee toplama kamplarında mücadelesini sürdürecektir. İnsanların çabuk ölmedikleri, zaman içinde öldürüldükleri kamplarda “gelecek zaferin koşullarını yaratacak günlük mücadeleleri vermenin” bilinciyle örgüt yaratmayı ve bu koşullarda ayakta kalınan her bir günü bir zafer sayarak direnişi örmeyi başaracaktır. Tabii nihai kurtuluşun yolundaki taşlar, kampların dışında örülmektedir; sırasıyla, Harkov alınır, Oryol düşer, Kızılordu Letonya sınırına dayanır, Kiev alınır, Kızılordu’nun 25. yıldönümünde Leningrad tümüyle kurtulur, Kızılordu Alman-İtalyan birliklerini aşağı Bug’da sessizce yok eder, 9 Mayıs’ta Sivastopol geri alınır, Kırım temizlenir, fiili olarak bütün Sovyet toprağı kurtarılır… “Ve Kuzeyden Güneye/ Çalıyor kavganın saatini/ savaş boruları…”
29 Nisan 1945’te Berlin savaşı bitiyor. Aynı gün Münih’e giriyor müttefikler. Bir gün önce Mussolini İtalyan Partizanlar tarafından öldürülmüştür. Alman basınında Hitler’in ölümü… Berlin teslim oluyor. Ve 5 Mayıs 1945, Ebensee Kampı ve diğer kamplardakiler için de kurtuluş saati geliyor. Laffitte hem gülmek hem de ağlamak arasında. Yaşıyor…