Türkiye’de egemen klikler arasındaki iktidar mücadelesinin, halkın eylemleriyle genişlemesi; sokakların siyaset alanına dönüşmesi ve yüz binlerin yalnızca iktidara değil, tüm sisteme yönelttiği öfke, düzen siyasetçilerini harekete geçirdi. Siyaseti bugüne dek düzen partileri arasında süren bir rekabet olarak görenler, meydanlarda hesap soran kitleleri karşılarında görünce ciddi bir krizle yüzleşti. Önce Saraçhane’de, tutuklanan “cumhurbaşkanı adayına” sahip çıkmakla sınırlı bir miting planladılar. Ancak kitlenin coşkusu mitingi günlere yaydı, Taksim’e yürüme isteğini büyüttü ve fiilî harekete dönüştürdü. Ülke genelinde kitleler, bu hareketi sahiplenen, iktidarın saldırılarını reddeden bir tutumla sokağa çıktı.
CHP lideri Özgür Özel, bu süreçte hem devlete hem de bağlı olduğu sınıflara sadakatini kanıtlama sınavıyla karşılaştı. Devlet aklını temsil eden “yetkin aydınlar”, Özel’in süreci başarıyla yönettiğini ilan etti. Peki, Özgür Özel ne yaptı?
Halkın birikmiş öfkesini, Saraçhane’de ve CHP çizgisi içinde yumuşattı. Devletle, özellikle de polisle karşılaşan kitlelerin devlete dair algısının bozulmasını istemedi. Sorunu “tek adam rejimi”yle sınırlayarak, devletin bütününü halkın hizmetinde gösterme çabasıyla kitlenin bilincini yönlendirdi. Ancak bu ikna çabasının sınırları vardı; gerçeklik, bu sınırların kolayca aşılmasını engelledi. Bu yüzden kitleyi belirli bir eylem hattına çekmeye çalıştı. Özellikle üniversite öğrencileriyle temas noktalarında, hareketin siyasal özünü ve şiddet içeren biçimlerini dışlayan bir çizgi çekti. Saraçhane mitinginde bu durum açıkça görüldü. Öğrenciler de onları destekleyen kitleler de bunun farkındaydı.
Ne var ki örgütsüzlük ve CHP’nin süreci “kendisine yönelmiş bir saldırı” olarak çerçeveleyebilme becerisi, hareketin düzen tarafından bastırılmasını kolaylaştırdı. Ancak bu sadece ilk aşamanın değerlendirmesidir. Yoksulluğun derinleştiği, gelecek kaygısının büyüdüğü ve demokratik hakların sistematik biçimde gasbedildiği koşullarda, bu hareketi doğuran dinamiklerin yeni patlamalara yol açması kaçınılmazdır.
Bu süreçte boykot eylemi özel olarak öne çıktı. Özgür Özel’in “hâkim sınıflar arası bir dalaş” olarak tanımladığı bu saldırı sürecine karşı boykotun nasıl yankı bulduğu açık biçimde görüldü. “Başka hiçbir şey yapılamıyorsa bile boykot yapılabilir” fikri geniş bir memnuniyetsiz kesimde karşılık buldu. Bu eylem, harekete katılmak isteyenlere bir olanak sundu ve coşku yarattı. Özel, boykotu belirli şirketleri hedef alarak başlattı; bu şirketler iktidarın açıkça desteklediği, muhalefete kapalı, teşhir olmuş “yandaş” kesimi temsil ediyordu. Bu nedenle boykot, kitleler açısından kolayca sahiplenildi. Ancak bu sahiplenme sınır tanımadı; kitlelerin daha fazlasını istemesi CHP üzerinde baskı yarattı. İlk hazırlanan boykot listesi aceleye getirilmiş, daha sonra revize edilmek zorunda kalınmıştı. Boykotun genişletilmesi ise egemen çevrelerde rahatsızlık yarattı. Yine de bu eylem, kitlelerin haklı öfkesini “hâkim sınıfların” belirli bir kesimine yöneltmeyi başardı. Bu başarıda iktidarın uzun süredir kendisini açık biçimde belli bir zümrenin temsilcisi olarak konumlandırması etkiliydi. Memnuniyetsiz kesimler, iktidara baktığında yalnızca “yandaşları” görmekteydi. Bu durumun geçmişten farkı, şimdi hemen her kurumda, politikada ve aşamada bu çarpıklığın alenen görünmesidir. Bu netliği yaratan temel unsur ise “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yönetim biçimidir; bu sistemle devletin güç dengesi olağanüstü biçimde bozulmuştur.
Boykot eyleminin kitlelerde karşılık bulduğu gerçeğini reddetmek için iktidar odağı büyük bir gayret sergiledi. Bu gayret de yukarıda değindiğimiz yandaş siyasetinin bir göstergesidir. Israrla boykota rağbet gösterilmediğini ileri sürenler bakanlık düzeyinde “alışveriş” yapmak gibi bir aymazlık içine girdiler. Bu aymazlığın boykotun başarılı olduğu algısını güçlendirdiğini vurgulamak gerek. Ayrıca, boykotun başarısı hakkında şunu ifade etmeliyiz: Boykotun başarısı halihazırda kesindir. Bunun için ekonomik bilançoların açıklanmasını beklemek beyhudedir. Çünkü makro ekonomik dengelerde ciddi bir hasar beklentisi de yanlıştır, boykotun hükümetin sergilediği gayretle başarısız görüleceği anlayışı da…
Boykot eylemi bu dengesizlikten ötürü kitlelerin manipüle edilmesinde etkin bir araç oldu. İktidar odaklarına, apaçık “yandaş” olanlara yöneldiği ölçüde memnuniyetsizler başarılı olduklarını, kendilerini ifade edebildiklerini düşündüler. Oysa bu durum gerçekliğin bir tarafıdır. Gerçekliğin diğer tarafında çok daha geniş bir memnuniyetsiz kesimin, işçi ve emekçi olup yoksulluğu en derinden yaşayan kesimin sürecin dışında kalması, kitlelerdeki birikmiş öfkenin eylem sahasından çekilmeye çalışılması, iktidar olmanın hâkim sınıfların konusu olduğu, ezilenlerin bunu düşünmemesi gerektiği anlayışının bir kez daha tecrübe edilmesi var.
Boykot eyleminin uzun zamandır eylemsiz, örgütsüz, hedefsiz kalmış memnuniyetsiz kitle için bir uyanış, harekete geçişte bir kıvılcım olduğu, her bireye bir bütünün parçası olma hissi verdiği üzerinde çokça durulmaktadır. Bunların doğruluk payı vardır. Devrimci ve demokratik hareketin geriliği ile ko-şut kitlelerdeki edilgenlik halinin bu eylemle birlikte görece kırıldığı iddiası ilgisiz kalınacak bir görüş değildir. Bu görüşten hareketle boykotun haklı bir eylem olduğunu kabul etmeliyiz. Genişçe bir kesim bu süreçte “rol” almış ve iktidar odağına memnuniyetsiz olduğunu kendi eylemiyle ifade etmiştir. Bunu, konunun temel bir öğesi olarak değerlendiriyoruz. Bütün bunlardan sonra ise boykotun kitlelerin gerçek gücünü, yaratıcı ve yıkıcı özelliğini, devrimler doğuran kudretini ihmal eden özelliğini tartışmamız gerekir. Kitlelere boykot eylemiyle hissettirilen duygu ve düşünceler özellikle geçicidir ve kendiliğindencilik fikrinin temelidir. “Tüketimden gelen güç” tanımı tam da bu fikri ve belirttiğimiz geçiciliği içeriyor. “Kitleler” olarak adlandırdığımız geniş halk kesimleri tüm toplumsal sistem içinde “tüketici” olmaktan çok üreticidir. Tüketim geniş halk kesimlerinin edilgen haline işaret eder. Tüketmek zorunluluğunda kaynaklanan üretim sürecinde kitleler öznedirler, üreticidirler. Mülkiyetin sahibi olarak burjuvazinin bu aşamada oynadığı rol sömürüyü yoğunlaştırmak üzere üretimi kolektifleştirmektir. Burjuva devrimlerinin başardığı şey kapitalist üretimi merkezileştirmesi ve tüm dünyaya yaymak üzere yeniden örgütlemesidir. Tüketim alanında gerçek söz sahibi yönetenlerdir, yani burjuvazidir. Bu alandan ezilenler adına güç devşirmek esas olarak sanaldır, bu nedenle de “güç hissi” geçicidir. Daha tam ifade etmek gerekirse bu kitlelerin manipüle edilmesidir. Komünistler bu anlayışa hizmet eden burjuva akımlarla defalarca mücadele etmişlerdir. Trade unionculuk, kendiliğindencilik, anarşizm, Menşevizm, Liu Şaoçi’de ve Deng Sioping’de somutlaşan “yeni demokrasicilik” vs. hepsinde egemen olan anlayış tüketimden gelen güce dayanmak, kendiliğinden dönüşümü devrimin yerine ikame etmekle tamamlanan anlayışı egemen kılmaktı. Komünistler bütün bu akımlara karşı zafer elde ettikçe ilerleyebildiler. Çünkü bunlara karşı mücadele kitlelere, kitlelerin yaratıcı gücüne, üretimden gelen gücüne dayanmıştır. “Tarihi kitleler yapar” sözünün özünü oluşturan fikir de bu yaklaşımdadır. Elbette tüketim alanında da yapılacak devrimci görevler vardır ve boykot gibi eylemlerin sınıf mücadelesine ezilenler lehine katkıları olacaktır. Bugün kitlelerde hissettiğimiz hareketlilik, süreçte rol oynama hissi bu bakımdan değerlidir. Tam da bu değerli olanı görerek boykotun aynı zamanda bir çıkmaz olduğunu, kitleleri düzene bağlayacağını vurgulamamız gerekmektedir. İçinde olduğumuz süreç daha çok kitlelerin tarihsel rolüne, dolayısıyla üretimden gelen gücüne yoğunlaşmamız gereken bir süreçtir. Tüm emperyalist sistem bir ticaret savaşına girişmişken, ABD uzun yıllara dayanan saltanatını korumak telaşıyla gümrük vergilerini dezavantajlı olduğu tüm ilişkilerinde artırırken dikkat çekmemiz gereken nokta “üreten ülkelerin” kazanacağıdır. Üretim sürecindeki daralma tüm sistemi sarsmaktayken tüketim alanından kazanımlar sağlama telaşı nihayetinde beyhudedir. Gelecek, eğer yaşanabilecekse işçi sınıfının üretici gücünden doğacaktır, başka bir yol yoktur…