Kuruluşunda Marksist-Leninist bir parti olarak tanımlanan ve kendisini de Marksist-Leninist diye tanımlayan PKK uzun bir zaman önce Marksizm-Leninizm’den uzaklaştığını hem somut olarak göstermiş, açıklamış hem de buna göre bir yol izlemiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi yurtsever hareketin baştaki Marksizm-Leninizm iddiası esas olarak doğru değildi. Her ne kadar Marksizm-Leninizm’in çok yönlü etkisinde olsa da o, başından itibaren proleter bir hareket olmaktan uzaktı. Yoksul köylülere dayanan ulusal burjuva bir hareket olarak doğdu ve gelişti. Kuşkusuz büyümesinde, “baş edilemez” bir güç noktasına gelmesinde yoksul köylülere dayanması kadar M-L’nin belirleyici örgütsel ilkelerini kendi deneyiminde uygulama gayreti etkili olmuştur. Bu nedenle, ulusal burjuva bir hareket olmakla birlikte o, devrimci nitelikleriyle örnek olacak bir sürecin de önderliği olarak kabul edilmiştir.
Bununla birlikte hareket 1989-‘90 yıllarından itibaren kendini M-L gösteren sembollerden uzaklaşmış ve özel olarak ulusal soruna dair Marksist-Leninist yaklaşımı olumsuzlayan bir yaklaşım geliştirmiştir. Yurtsever hareketin son dönem politikalarına temel kazandıran anlayışlar üzerinde durduğumuzda karşımıza en çok kavramlardan biri “demokratik ulus”tur.
Demokratik ulus kavramının açılımı yapılırken de ileri sürülen “güçlü” ama yanlışlarla dolu temel iddia “tarihe ve kültüre gerçek anlamının iade” edildiği iddiasıdır. Daha önceki değerlendirmemizde ulusal hareketin en başından itibaren ML yaklaşımı “yanlış” kavradığını açıklamıştık. Bu yanlış kavrayışın onu “M-L’in ulus devletçi olduğu” iddiasına vardırdığını göstermiştik. Bu yazımızda ise aynı yaklaşımın nasıl ezen ulus bilinci ile aynılaştığını ya da aynı yolda buluştuğunu ortaya koyacağız. Nasıl ki ezilen ulus halkı ile ezilen ulus halkı aynı sayfanın ortasına farklı uçlardan hareketle gelip buluşuyorlarsa pek sık olmasa da bazen ezen ulus ile ezilen ulus burjuvazileri de ortak bir noktada buluşmaktalar. Burada temelden bir fark olduğuna dikkat çekelim ama: Birinde ulusal sorunun temelleri ortadan kalkarken diğerinde bu temeller korunur, birinde ezilen ulus ile ezen ulus halkı ortak bir çıkarda buluşurken diğerinde ezilen ulus burjuvazisinin tavizi söz konusudur.
Lenin’in dünya üzerinde hem ezilen hem de ezen uluslardan proletaryanın enternasyonalist eğitiminden söz ederken bunun doğal olarak farklı bir eğitim olacağına dikkat çeker. Biri ezen diğeri ezilen ulustan iki proletaryanın eğitimini “karşılıklı iki sayfanın ortasına doğru farklı noktalardan orta noktaya gelmek” biçiminde tarif ederken Lenin somut koşulları farklı olan kesimlerin aynı noktada birleşmelerinin farklı yönde hareket etmeleriyle olanaklı olduğunu söyler.
“Ortak hedefe, tam hak eşitliğine, bütün ulusların birbirlerine sımsıkı yakınlaşması ve daha da kaynaşmasına ulaşabilmek açıktır ki burada da farklı somut yollardan gerçekleşir, tıpkı, diyelim ki bu kitabın bu sayfasının ortasında bulunan bir noktaya gitmek için, kitabın bir kenarından hareket edildiğinde sola, öteki kenarından hareket edildiğinde sağa gitmek gerektiği gibi.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, sf. 380)
Ezen ve ezilen uluslardan burjuvazinin de politik düzlemde buluşmaları aynı bakış açısından açıklanabilirdir. Kuşkusuz bunun koşulu “tam hak eşitliğinden caymak”, “ulusların birbirlerine sımsıkı yakınlaşmasından ve daha kaynaşmasından vazgeçmek” olacaktır. Ezen ve ezilen ulusların konumlarını koruyarak gerçekleşecek bir geçici uzlaşmadan söz ettiğimiz açık olmalıdır.
“Demokratik ulus” kavramı tam da bu özellikleri teorize etmektedir. Ezilen ulusun devlet kurma hakkını “gereksizleştirerek” ezen ulusun devlet ayrıcalığıyla sağladığı tahakkümü tam da bu nedenle olağanlaştıran bir anlayışı savunmaktadır. O tam da bu noktada ezen ulus burjuvazisi ile ortaklaşmaktadır.
Komünist hareketin de savunduğu kaynaşma hedefinin ulus devlet hakkını ortadan kaldırarak gerçekleştirebileceğini savunan bu anlayış “boşanma hakkından mahrum” eşin demokratik bir aileye kavuşma olasılığını konu etmektedir. Böyle bir yapı içinde kaynaşma mümkün müdür? Kısmen mümkündür ama genelde değildir. Söz konusu kaynaşmanın tek koşulu ezen ulus burjuvazisinin çıkarlarından vazgeçmesi ve tüm toplumsal statülerin yeniden; ama çıkarsız bir temelde tanımlanmasından geçer. Komünistler de bu amacı savunurlar. Ne var ki bunu bir istem, tahayyülden ibaret bir anlayış düzeyinde savunmazlar ya da burjuvazinin “iyiliğe” yöneleceği bir süreç olarak değerlendirmezler. Tam olarak ulusal imtiyazların da sınıfsal imtiyazların da ortadan kaldırılması mücadelesi içinde bu sonuca varılabileceğini savunurlar.
Demokratik ulus kavramıyla ileri sürülen fikirlerden biri komünistlerin ulus devleti yekpare ileri gördükleri ve her ulusun kendi devletine sahip olması gerektiğini savunduklarıdır. Oysa gerçekler bunun tersidir. Ulus devlet feodalizme karşı ve üretimin toplumsallaşması bakımından toplumsal ilerlemeyi temsil eder. Bununla birlikte ulus devlet burjuvazilerin çıkarını temsil ederler ve proletaryanın çıkarlarını içermezler. Bu nedenle her ulus devlette proleterler ezilen sınıftırlar ve proleter devrim de ulus devletlere karşı gelişmek zorundadır. Komünistlerin fikri budur. Onlar için hiçbir şey “salt ilerici” değildir. Her siyasî oluşum içine doğduğu dünyaya göre geçmişe karşı ilerici, geleceğe karşı gericidir. Feodalizmin çürümüş, yozlaşmış, kitleleri boğan doğasına karşı kapitalizm ve kapitalizmle tam uyumlu ulus devlet ilericidir. Marks ve Engels de ulus devleti bu yaklaşımla olumlamış ve desteklemişlerdir. Ne var ki onlar aynı zamanda proletaryanın tam da bu devletlerle çatışacağını, bu devletleri parçalamak zorunda olduklarını, kurtuluşlarının tek yolunun da bu olacağını savunmuşlardır.
Demokratik ulus savunucularının gözden kaçırdıkları belki de bilinçli hareketle uzaklaştırdıkları, tartışma dışı bıraktıkları meseleler bu kapsamda olmakla yanlıştırlar ve ezen ulus burjuvazilerine taviz vermekle sakattırlar. Ezilen ulus burjuvazisinin ezen ulus burjuvazisi ile uzlaşma eğilimi elbette tamamen anlaşılmaz ve “hoş karşılanamaz” bir durum değildir. Buradan hareketle sözü edilen “barış arayışı” bizim için tamamen olumsuz bir süreç olarak da değerlendirilmemektedir. Bu arayış kendi içinde iki ulustan halkın çıkarlarının ortaya çıkması ve birleşmesi için olanakları da içermektedir. Her sürecin kendinde barındırdığı karşıt anlayış ve gelişmeler burada da konu edilmeye değerdir. Ne var ki tartışma konumuz bu değildir, tartışma konumuz barış uğruna savunulan demokratik ulus kavramıyla Marksizm-Leninizm’e yönelik kara çalmalar ve bu anlayışın içerdiği burjuvaziye hizmet eden idealizmdir. Ulus devlet toplumsal ilerlemenin belli bir kesitinde gündeme gelmiş ve kapitalizmin üretimi toplumsallaştırmasıyla uyumlu bir devlet biçimidir. Kapitalizmin feodalizme karşı ilerici tüm özellikleri ulus devlette somutlaşmıştır. Yani ulus devlet kapitalizmin tarihin belli bir kesitinde ilerici olduğu derecede ilericidir. Bunun tam olarak anlaşılması için özellikle Avrupa’da feodalizm koşullarının bir incelemesini yapmak yararlı olacaktır. Derin bir karanlığın hüküm sürdüğü feodalizmin son 200 ila 300 yıllık dönemine kapitalizmin gelişmesiyle son verilebilmiştir. Ulus devlet bu sürecin hem parçası hem de sonucudur. Aynı zamanda ulus devlet proleter devrimler çağının başlıca düşmanıdır.
Bu noktaya varıldığında Marksizm ve Leninizm kesinlikle ulus devlete ilerici bir misyon biçmez; aksine onu tamamen zararlı, çürümüş ve gerici bir yapı olarak alt etmenin koşullarını gündeme getirirler. Paris komünü, Sovyetler deneyimi ve Sovyet devrimi, Kolhoz ve solhozlar ve devamı yığınla deneyim bu koşulların özel biçimlerini oluştururlar. Bu tarihsel gerçeklere rağmen demokratik ulus “aydınlanmasını” proleter devrimlerin ve sosyalizmin karşısına çıkarmak burjuvaziye nazar boncuğu takmaktan öte bir anlamı olmaz…