[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda” kitabında kendisinin ve kendisiyle birlikte erkek egemenliğin hâkimiyeti altında varlığını yazarak sürdüren kadın yazarların karşı karşıya kaldığı süreci şöyle ifade ediyordu: “Dünya kadına, erkeklere dediği gibi ‘İstersen yaz, umurumda değil’, demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek, ‘Yazmak mı?’ diyordu. ‘Yazman ne işe yarıyor?'”
Woolf’un sözünü geçirdiği deneyim sürecinin yarı feodal ülkelerdeki yansımaları ise çok daha ağır baskılar, engellemeler ve değersizleştirmelerle görünmektedir.
YARI FEODAL KOŞULLARDA SANAT
Erkek egemen yapının kadın ve toplumsal cinsiyet-cinsel kalıpları dışındaki kimliklere karşı kurduğu tahakküm, onları siyasi ve toplumsal işleyişin dışına iterek yaratımlarda bulunmalarını, karar mekanizması içinde yer almalarını engellemektedir. Var olan dışlanmışlığın, ötekileştirmenin ve değersizleştirmenin açıkça görüldüğü bir diğer kolu da sanat oluşturmaktadır. Yarı sömürge yarı feodal konumunda bulunan Türkiye’de var olan sanat anlayışı da doğallığında burjuva demokrasisinin ve emperyalist ülkelerdeki sanat anlayışı ile farklılaşmakta; sanat, sanat eseri ve sanatçı arasındaki çelişkiler daha keskin duyumsanmaktadır. Bu çelişkilerin başlıca nedenleri olarak ekonomik ve siyasi bağımlılığı, yarı feodal gerçekliğin kadın kimliği üzerinde farklılaşan tahakkümü ve faşist diktatörlüğün sınırlandırdığı sanatsal üretimi görebiliriz. Bu anlamda sanatın emperyalist kliklere bağımlı olma hali ve gerici feodal ilişkiler kıskacında yaratılmaya çalışılması, kadının, yarı sömürge ve yarı feodal ülkelerdeki yerini açıklamakta başvurulması gereken başlıca çelişkiler olarak görülmelidir. Erkek egemenliğin yarattığı erkek hegemonyasının sanattaki izdüşümü; öncelikle kadınların sanatsal üretimin bir parçası haline gelmemesi için büyük bir çaba harcamayı, sonrasında ise onların sanatını değersizleştirerek arka planda tutmayı içerir. Yarı feodal ülkelerde ise kadının var oluşuna karşı sergilenen çaba “normalleştirilmiş” şiddeti, devlet baskısıyla birlikte feodal aile bağlarının engellemelerini ve itibarsızlaştırmayı içerir. Bu kapsamda yarı feodal ülkelerde sanatsal üretimin içinde yer alan kadınların mücadele etmek zorunda kaldığı durumlar ve durumların bıraktığı tahribat daha ağır yaşanmaktadır. Yazının içeriğini de oluşturan yazar Suat Derviş’in yaşamını, erkek hegemonyasının hâkimiyeti altında yarı sömürge yarı feodal konumun farklılaştığı baskıları görünür kılmak adına değerli bir kaynak olarak görebiliriz.
“BEN YAZAR SUAT DERVİŞ’İM”
“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; bir kere eğemedim bu kadının başını” diyordu Nâzım Hikmet, Suat Derviş için. Suat Derviş, yaşamı boyunca faşist kuşatmalar ve feodal tahakkümün ezici birliği karşısında dinamiğini yitirmemiş, sanatsal çalışmalarını sürdürmüştür. ‘‘ben yazar Suat Derviş’im’’ sergisinin öne çıkardığı yazım süreci ve Suat Derviş adı, yazarın gündemleşmesi ve mücadelesinin kavranması için önem arz etmektedir.
Sanat Kritik’te 1-30 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen serginin küratörlüğünde Eda Yiğit, araştırmacı Serdar Soydan, araştırma destekçisi Seval Şahin, sanatçılar Derya Ülker, Emin Çelik, Eşref Yıldırım ve Figen Aydıntaşbaş, grafik tasarımında Ece Eldek yer almaktadır.
Suat Derviş, 1940 dönemi edebiyatında, Yeni Edebiyat Dergisi çatısı altında Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Atilla İlhan, Orhan Kemal gibi birçok yazar ve şairi toplamışsa da kurucusu olduğu Yeni Edebiyat Dergisi’yle birlikte bugün adı en az duyulan yazar olarak karşımıza çıkar. Bu hatırlanmayış, Suat Derviş’in feodal toplumda kadın kimliği ile feodaliteye ve ülkenin emperyalizme bağımlı sömürge konumunda bulunmasına karşı yürüttüğü mücadele ile açıklanabilir. Doğduğunda ait olduğu sınıf ile mücadelesini yürüttüğü sınıf arasındaki çelişkili durum, onun sınıf çelişkilerini tam anlamıyla kavramasının önünde engel olsa da nitekim Suat Derviş komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfın iktidarı Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’i eleştiri konusunda eksiklikler yaşamıştır, sanat yaşamında direngen tavrıyla anılması ve hatırlanması gerekir. Sanatında, halkların yaşadığı sorunları göz ardı etmeyişi ve bu sorunları faşizmin tahakkümü altında dile getirirken kararlı bir tavır sergilemesi, onu burjuva yazarlardan ayrı kılan ve ilerici özelliği kazandıran temel etkendir. Politik gelişimini sürdüren ve bu gelişme sonrasında toplumcu gerçekçi bir çizgiye kayan Suat Derviş, bu çizgi öncesinde kaleme aldığı birçok eserine ağır eleştirilerde bulunur. Yine gelişen politik çizgisi, onu daha cesaretli bir gazeteci haline de getirdi. Halkın yaşadığı sorunları görmezden gelen egemen sınıfın engellemelerine rağmen bu sorunları “kadın” bir gazeteci olarak dile getirmiş, sorunun kaynağına ev sahipliği yapan varoşlarda çalışmalar yürütmüştür. Kalemini sivriliği ve gelişen devrimci mücadele içinde yer aldığı saftan dolayı ona yönelen baskılar da arttı. 22 Nisan’da faşist diktatörlüğün, “alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına hemen inecektir” açıklamasıyla başlayan ve devrimcilere, devrimcilere selam veren herkese yönelik faşist ablukanın sonucunda Suat Derviş de bu baskıya yakından şahit oldu. Gerçekleşen ev baskınları sonucunda evini devrimcilere açtığı için faşist cunta mahkemesi tarafından tutuklandı.
SUAT DERVİŞ’İ YAŞATAN KENDİ MÜCADELESİDİR
Bir basın toplantısında, eşi ve o dönem TKP’nin yönetici kadrolarından olan Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak adı sunulan Suat Derviş, “Ben yazar Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yâd edilemem.” cevabıyla kendi varlığını ve kalıcılığını ancak kendisinin belirleyeceğini şaşkın bakışlar içinde göstermiştir. Bugün, onun adını yaşatırken “ben yazar Suat Derviş’im” başlığının öne çıkmasının temelinde, Suat Derviş’in burjuva ve feodal baskılar karşısında mücadele içinde geçen yaşamı yatmaktadır.
Emperyalizmin yarı sömürgelerdeki sanatı belirleyici konumu, yarı feodalliğin yarattığı gerici tahakküm ve erkek egemenliğin kurduğu hegemonya ancak sanatı MLM teori içinde kavramakla ve bu çizgi doğrultusunda devrimci sanat ürünlerinin yaratılmasıyla kırılacaktır.