Uzun bir süredir AKP içinde yaşanan tartışmalar, çekişmeler, 31 Mart yerel seçimleri sonrası yavaş yavaş kamuoyuna yansımaya başlamıştı. 23 Haziran’da yapılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin büyük bir farkla kaybedilmesinin ardından ise bu “muhalif” sesler daha fazla yükselmeye, yeni parti veya partiler kurulmasına kadar giden restleşmelere vardı.
Yeni parti kurulma tartışmalarının ya da çalışmalarının öncülüğünü yapan 2-3 isimden bahsedilmektedir. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, eski Ekonomi Bakanı Ali Babacan ile eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Abdullah Gül ismi uzun bir süredir sürekli yeni parti arayışlarında, muhalefette geçmektedir. Ancak Gül her defasında bu iddiaları reddetmekte, kendisinden beklenen “atağı” bir türlü yapmamaktadır. Buna cesaret mi etmemektedir, yoksa arkasında olan güçlere yeterli derecede güvenmemekte midir bilemiyoruz. Bildiğimiz tek bir şey var ki, Abdullah Gül ismi sürekli güncel olarak muhaliflerin kanadında yer alsa da, Gül bir çıkış yapacak cesaretten uzaktır bugüne kadar.
AKP-TAYYİP KLİĞİNİN YÖNETEMEME KRİZİ VE DOĞAL YENİ ARAYIŞLAR
AKP’nin son yıllardaki yönetememe krizi, Gülen cemaatiyle yaşadığı siyasi “hesaplaşma”, Gezi süreci, T. Kürdistanı’ndaki serhıldanlar, Rojava süreci, kadın örgütlenmeleri ve eylemleri, diğer toplumsal dinamiklerde yaşanan hareketlenme ve yaşanan memnuniyetsizlik mevcut hükümeti zora sokmuş, bu durumdan çıkış yolu olarak da AKP hükümeti, daha baskıcı, saldırgan politika izlemiştir. Elbette baskı ve saldırganlık arttıkça, toplumdaki huzursuzluk ve tepki bir üst boyuta çıkmaya başlamıştır. Politik kriz olarak okunması gereken bu duruma ekonomik krizin boyutlu yansımaları eşlik etmiştir. 31 Mart ve 23 Haziran İstanbul yerel seçimleri bunun bir göstergesi olarak da okunabilir.
Öte yandan AKP içinde yaşananlar, yukarıda saydıklarımızın bir yansıması olarak algılanabilir. Her başarısızlığın faturasını birilerine kesmeye alışkın olan Tayyip Erdoğan; Gül, Davutoğlu, Babacan ve diğerlerini de aynı süzgeçten geçirerek muhalif sesleri bastırmanın yolu olarak kullandığı tasfiyeye gitmiştir. Parti içi demokrasinin olmadığı, tek adamcı, benmerkezci yönetim anlayışı, bir süre sonra lider olma, kendini siyaseten daha etkin var etme isteklisi kişi veya gruplar tarafından yeni arayışların geliştirilmesine neden olmaktadır.
GÜL-BABACAN VE DAVUTOĞLU NE İSTİYOR?
AKP’ye yakın gazetecilerin hedef tahtasına oturtulduğu bu “muhalifler” birçok noktada ortaklaşmış gözükmektedir. Dün başkanlık sistemini yere göğe sığdıramayan Davutoğlu ve Babacan, bugün bu sistemi farklı şekilde ele alınması gerektiğini söylüyorlar. Davutoğlu, “Ya kuvvetler ayrımının en güçlü örneği Amerikanvari tam başkanlık ya da kuvvetler ayrımının net çizgiler ile ayrılmasını sağlayacak güçlendirilmiş parlamenter rejim” diyor. Ali Babacan “güçlendirilmiş parlamenter rejim“ diyor ve başkanlık sistemine karşı çıkıyor. Her iki kişi de, “Parti Genel Başkanı olmayan Cumhurbaşkanlığı”ından bahsetmektedirler. İkisi de “tek adam rejimine” karşı.
Dün AKP’yi gözü kapalı savunan bu zatların, yarın yapacakları ortadadır aslında. Çoluk-çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden katlettirdiği Kürtlerin hepsini terörist gören Ahmet Davutoğlu’nun, ilk toplantısını Amed’te yapıp Kürtlere vaatler de bulunması kadar yalan ve sahtedir elbette bu vaatler.
Bu ortak noktalara rağmen neden ayrı parti kurmak istediklerini ise, yine bu iki kanada yakın gazeteciler şu şekilde yorumluyor. Babacan ve ekibi, “İslam’ı bir siyasal referans olarak almak istemiyorlar.” Babacan yeni kuracağı partinin temel ilkesini, “İslami kesim ile toplumsal ilişkilerde barışık, devlet yönetiminde ise ayrışık bir model” olarak açıklıyor.
Davutoğlu ise İslami kesime çok yakın bir siyasi profil çiziyor ki ikili arasındaki en önemli görüş farkı buradan çıkıyor. (Kaynak, Yeniçağ Orhan Uğuroğlu)
Öz olarak özlemleri ve beklentileri ve elbette politik programları, AKP’nin kuruluş felsefesine, kendi deyimleriyle fabrika ayarlarına, dönmesi şeklindedir. AKP’nin 2002-2011 arası çeşitli toplumsal katmanları kandırma, uyutma ve ehlileştirme yönlü politik tutumuna dair bu “muhalefetin” özlemi söz konusudur. Ancak o süreç yine kendi elleriyle, eşsiz katkılarıyla işletilmiş, halka yönelik bir dizi politik-ekonomik saldırı bu süreçte döşenmiştir. Bugün ortaya çıkan topyekûn saldırı hali AKP’nin fabrika ayarlarında olan bir gerçekliktir. Sadece tıkanma ve krize paralel kimi zaman havuç kimi zaman sopayı öne almaktadır. Bu anlamda bu gerici-faşist fabrika ayarlarına dönüş çağrısı, özlemi ve politik programı değil yeni bir umut olması sadece kötü bir kopya girişimidir.
AKP-Tayyip kliğinin güç kaybettiği bir periyotta Davutoğlu ve Babacan-Gül kliklerinin henüz ortak payda bulamamış olması ise AKP’deki krizin ve parçalılığın bir panoraması gibidir. Bu aynı zamanda genel politik krizin ve yönetme sorununun ne boyutta olduğunun, egemen sınıf kliklerinin ne düzeyde parçalanma içinde olduğuna işarettir. Kuşkusuz bu durum emperyalist bloklar arası ve yine “Batı” emperyalist blok içindeki güç savaşımıyla da ilgilidir. Babacan-Gül çizgisinin iç politikada AB, dış politikada ABD çizgisine odaklanması; Davutoğlu’nun ise aklının hâlâ Büyük Ortadoğu Projesi’nin canlandırılmasında kaldığı görülmektedir. Bu bağlamda emperyalist güçlerin yönelimleriyle uyum arayışlarının olduğu, bu süreci yerli yerine oturtma ve yeni duruma uyum sağlamada sıkıntı yaşadıklarına işarettir.
Gelişmeler karşısında Tayyip Erdoğan her zamanki gibi kuyruğu dik tutarak yeni oluşumlara gözdağı verse de, Ali Babacan’la yaptığı görüşmeden sonra endişeye kapıldığı görülmektedir. Her ne kadar daha önce ayrılıp parti kuranların siyaseten bittiği örneğini verse de, Bülent Arınç gibi isimlere yeniden alakasız, yüksek maaşlı görevler vererek bu muhalif kesimin daha da güçlenmesinin önüne geçmeye çalıştığı görülmektedir. Ali Babacan’a bir memur tarafından yapılan suç duyurusu (Gülen Cemaati ile ilişkisi) yapılması (her ne kadar takipsizlikle sonuçlansa da) bile AKP tabanında “hassas” olunan bu konu üzerinden Babacan üzerinden bir algı yaratılması şeklinde de yorumlanabilir. Ama bu işin kendilerine de döneceğini düşününce kısa sürede çark etmeleri gerekti.
Netice itibarıyla, ezilen emekçi kesimlere, kadınlara, gençlere, işçi sınıfına hiçbir faydası olmayacak, hatta hükümet olmaları durumunda yoğun saldırılar gerçekleştirebilecek AKP artığı kadrolardan oluşacak bu partiler, faşist sistemin klikleri arasındaki yeni bir kapışmadan başka bir anlam ifade etmemektedir. Elbette bugün hükümeti elinde bulunduran AKP’nin kan kaybetmesi anlamında bir anlam ifade etse de, ezilen halk kitlelerinin örgütlenmekten, toplumsal bir altüst oluşla geleceğini kurmasından başka bir alternatif yoktur. Bunun için ise güne, saate, ana sarılma zamanıdır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi gazetesinin 39. sayısından alınmıştır.