Devletin birliği ve bütünlüğü hakkında çok fazla demagoji yapıldığını biliyoruz. Bu demagojinin gerisinde ulus devletin temeli olan milliyetçiliğin yarattığı derin manipülasyon vardır. Milliyetçilik ulus devletin dayandığı temeldir ve halkı da kapsayan bir içerikte tanımlanır. Her ulus devlet, kendini tüm ulusun gelişmiş, modern, demokratik ilerlemesinin bir sonucu olarak tanımlar ve sunar. Bu yolla ulusun bir parçası olarak halkla ulus devlet arasında bir illiyet bağı kurar. Halk aynı coğrafya, tarih ve dil içinde gelişen geleneğin ve dolayısıyla kültürün içinde yer alır. “Aynı kültürel” yapı içinde gelişen, hareket eden halk kitlelerinin ulusun egemen, sömürücü, ezen sınıflarından ayrışması bu sürecin devamında gelişerek güçlenir. Kuşkusuz, daha baştan bir ayrılık söz konusudur. Her ulus devlet belli bir sınıfın, ulusal burjuvazinin hegemonyası altında, bu sınıfın çıkarları doğrultusunda oluşur ve gelişir. Bununla birlikte tarih konusunda biraz çalışma yapmış herkes bilir ki burjuvazi bunu, halkı da kapsayan bir biçimde “tüm ulus” adına, “tüm ulusun çıkarları doğrultusunda” gerçekleştirir. Dolayısıyla her ulus-devlet halkın da devleti olarak gerçekleşir ve hüküm sürer. Devletin birliği ve bütünlüğü kavramı da bu nedenle halk için “kutsal” kabul edilir. Üstelik emperyalizm çağında bu devlet aynı zamanda bağımsızlıkçı olup emperyalizme karşı olmakla da halk tarafından sahiplenilir. Bugün Türk halkında manipülatif bir olgu olarak varlığına tanık olduğumuz “devleti sahiplenme” tutumu da buradan beslenmektedir. Halk, ulusal birliğin teminatı olarak gördüğü devleti bu nedenle hamisi olarak sahiplenmektedir. Ulusalcılık ya da daha çok rağbet gören bir söylem olarak “ulusal birlik” anlayışının burjuva özü açığa çıkartılıp alt edilmedikçe, halkın ulusal kimliğe esareti ortadan kaldırılmadıkça ilhakçı yaklaşım da halkın zihinlerden silinemeyecektir. “Ulusal birlik”, “vatan-millet” demagojisi kitlelerin kendi çıkarlarını ulusun egemenlerinden ayırt edememesi, dolayısıyla kendi bağımsız yolunu açamamasının temel nedenlerindendir. Kitlelere dönük, onu zehirleyici bu yaklaşım “bölünme korkusu” ile büyütülür ve süreklileştirilir. “Devletin birliği ve bütünlüğü” söylemi ulusal birlik ve bütünlük olarak kavratılmakta, dolayısıyla “farklı ulusal kimlikler” ayrılıkçılığı içerdiği için olabildiğince bastırılmaktadır. Bu, egemen sınıfların çıkarları bakımından gayet anlaşılır ve meşru bir politikadır. İlhakçılık da bu nedenle bu kesimler için kaçınılmazdır. Bizim yoğunlaşmamız gereken nokta hem ilhakçılığın teşhiridir hem de gerçek bir birliğin halkın çıkarları bakımından gerçekleştirilebileceğidir. Her türden milliyetçiliğin ayrılıkçılığı getirdiğini de bu iki noktadan hareketle açıklamalıyız.
Bir Korku Nesnesi: Ayrılıkçılık
Başlangıçta şunu ifade etmek gerekir ki “ayrılıkçılık” sadece “kendi bağımsız devletini arzulayan” ezilen ulus milliyetçiliğinde vücut bulan bir durum değildir. İlhak da ayrılıkçılığı içerir. Çünkü “zora dayanan birlik” ayrılıkçılığı körükler. Komünistlerin ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmaktaki temel amaçları ulusların eşitliğini sağlamak ve birliğin de eşitlerin birliği olarak gerçekleştirmektir. Burjuvazi ulusların kendi kaderini tayin hakkını “kendi ulus-devletini kurmak” amacı olarak kavrar ve savunurken komünistlerin “eşitlerin birliğini” gerçekleştirmek amacında olmaları temelden iki farklı yaklaşımdır. Bu temel farklılığı belirleyen şey ilkinin burjuvazinin çıkarlarına dayanması ikincisinin halkın çıkarlarına dayanmasıdır. Ulusal birlik ve bütünlük ya da aynı anlamda kavrandığı ölçüde devletin birliği ve bütünlüğü politikasına karşı mücadelenin bu temel farklılık üzerinde yürütülmesi gerekir.
Kuşkusuz komünistler de ulusun birliğinden yanadırlar. Her ulusun, kendini emperyalizmden ve her türden çağ dışı anlayıştan koruması ve kurtarması için birliğini sağlamak komünistlerin bir politikasıdır. Ne var ki bunun temelinde halkın çıkarlarını gerçekleştirmek amacı vardır. O nedenle komünistler ulusların kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesi halini her durumda savunmazlar. Bir hakkın varlığını savunmakla o hakkın gerçekleşmesini istemek aynı şey değildir. Bunu Lenin boşanma hakkı ile açıklamıştır. Boşanma hakkını tam olarak savunuruz; ama bu her boşanma isteğini desteklemek, herkesin boşanmasını istemek anlamına gelmez. Hak savunuculuğunu, söz konusu hakkın sahibinin iradesinin bağımsız olarak gerçekleşmesini savunmaktan ibaret olduğu açıktır. Polonya’nın“Devlet kurma hakkını” tam olarak, hiçbir şart ileri sürmeden savunurken “devlet kurma” kararını kabul etmekle birlikte Polonya halkının çıkarları bakımından eleştiren Lenin’in savunduğu politikanın tam içeriği budur. Bu nedenle Lenin ve Stalin’le de devam eden SBKP politikası ayrılıkçı değil birlikçi olmuştur. Sadece her ulusun kendi ulus devletini kurmalarına karşı olan politikalarıyla (SBKP Programının 3. maddesi) değil aynı zamanda her ulusun kendi devletini kurma hakkını tam olarak tanıyan politikalarıyla de (Programın 9. maddesi) ayrılıkçılığın yerine birliği savunmuş ve gerçek anlamda sağlamışlardır. Sovyetler Birliğinin bütün sosyalist döneminde ulusal soruna yaklaşımın temel politikaları bunlardır.
Sosyalist inşanın komünist partisi içindeki burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinden hemen sonra sonlandırılmasıyla bu politikaların dayandığı temel de yıkılmıştır. “Reel sosyalizmin başarısızlığı” olarak tanımlanan olgu gerçekte sosyalizm döneminde burjuvazinin iktidarı yeniden ele geçirmesidir. Komünistler bu olguyu “sosyalizmin başarısızlığı” olarak değil, komünist partisinin burjuvazi tarafından ele geçirilmesi ve iktidarı gasbeden burjuvazinin sosyalist inşayı sonlandırması olarak tanımladılar. Sosyalizmin neleri başardığını öğrenmek isteyenler için Sovyetler Birliği’nin ve Çin’in tarihi her zaman incelenmeye değerdir. Sosyalizm koşullarında uluslar, tam hak eşitliğine sahip olmakla aralarında düşmanlığı değil birliği pekiştirmişlerdir. Farklı uluslardan emekçilerin birliği üstünde inşa edilen sosyalizmin zaferlerinden biri de budur. Bu, ulus-devletçiliğe dayanan ukkth ilkesinin uygulanması bakımından burjuvaziye karşı büyük bir zaferdir. Çünkü bir burjuva ilke olmakla birlikte ukkth özellikle emperyalizm çağında gene burjuvazi tarafından hemen her zaman çiğnenmiş, uygulanmamıştır. İlke egemen ulusların çıkarları doğrultusunda defalarca ve açıkça ihlal edilmiştir. İlhakçılığın, işgalciliğin yaygınlığı, uluslar arasındaki düşmanlığın sürekliliği bu gerçekliğin ispatıdır. Uluslar arasındaki düşmanlıktan kastımız somut olarak ulusal burjuvazilerin çatışmalı çıkarlarıdır. Oysa ulusun büyük bir kitlesini oluşturan emekçilerin çıkarları ortaktır. Sosyalizmin zaferi de buna dayanır. Emekçilerin egemenliğinde bir sistem doğaldır ki emekçilerin çıkarlarına dayanır, bu çıkarları gerçekleştirir. Dolayısıyla böyle bir sistemde ulusal sorun için bir neden kalmaz. Ulusların farklı dillerinin, kültürlerinin baskı altına alınması için bir neden yoktur. Aksine ulusların dili de kültürü de sosyalizm yönünde gelişim gösterir ve bu gelişim ortak bir proleter kültürün oluşmasının da zemini olur. “Sovyet halkı” kimliği bu yeni ve ilerici kültürün taşıyıcısıdır. Aynı şey Çin yeni demokrasisinin ve sosyalizminin geliştirdiği Yeni Çin halkı için de geçerlidir.
“Reel sosyalizmin” ulusal sorunun çözümünde “ulusların tam hak eşitliğine” dayanan politikası açıkça tartışılmadan, somut olarak değerlendirilmeden ve bu yolla mahkûm edilmeden ileri sürülen savlar geçersiz kabul edilmelidir. Sosyalizmin büyük zaferlerini küçümseyen, inkâr eden burjuvazinin yalanlarına, ikiyüzlülüğüne dayanan saldırısına katılmakla sınırlı bu savlar ezilen ulusların haklı, meşru ve zorunlu mücadelesine açık, köklü bir saldırı olmaktan ibarettir.
Devlet Kurma İmkânı
Bu savları bugün Kürt Ulusal Hareketinin öncülerinden duyuyoruz. Bunun yeni bir durum olmadığını da biliyoruz. Daha başlarken de ulusal hareket ukkth ilkesini burjuva bir içerikte savunduğu için yıllar sonra, “kendi devletini kurma” imkânı azalınca bu ilkenin geçersiz olduğunu savunmuştur. Bir ulusal hareket için “Kendi devletini kurma imkânının” ne anlama geldiği hiç kuşkusuz belirleyici bir konudur. Böyle bir imkân varken ulusal hareket kendi kaderini tayin etmek üzere hareket eder. Lenin’in özellikle vurguladığı gibi onun esas eğilimi kendi devletini kurmaktır. Ezilen ulus burjuvazisi için sorunun çözümü kendi devletini kurmaktır. Oysa kendi devletini kurma imkânı emperyalizm koşullarında sınırlıdır ve ezen ulusların burjuvazileri bu imkânı yok etme politikasıyla hareket ederler. Bugün “reel sosyalizmin başarısızlığından” söz edilirken de dayanılan gerçeklik budur. Emperyalizm koşullarında ezilen ulusların kurtuluş imkânı antiemperyalizmi tutarlı bir şekilde gerçekleştirebilmesine bağlıdır. Tutarlı antiemperyalizm dediğimizde kastettiğimiz kapitalizmi aşan bir toplumsal sisteme sahip olabilmektir. Her toplumsal sistemin belli sınıfların çıkarlarına dayandığı tarihsel ve bilimsel bilgisiyle hareket ettiğimizde antiemperyalizmde tutarlı olabilmenin koşulunun proletaryanın çıkarlarına dayanmak, bu çıkarların gerçekleştirilmesi olduğunu anlarız. Ulusal baskıya karşı mücadele eden ezilen ulustan her burjuva anlayışın tutarlı antiemperyalist bir çizgi izleyememesi burjuvazinin kapitalizmi aşamayacak olmasındandır. Ezilen ulus burjuvazisi açısından, her ne kadar kendi bağımsız devletini kurma iddiası ve eğilimi olsa da bir dünya ekonomisi olarak gelişmiş kapitalizmden kopması, “kendi ayakları üzerinde dikilen” bir ekonomik sistem kurması mümkün değildir. Bu nedenle “kendi devletini kurma imkânı” egemen devletlerin politikalarına, genel ve bölgesel konjonktürün sunduğu olanaklara sıkıca bağlıdır.
Kürt Ulusal Hareketi, kendi bağımsız devletini kurma hedefinden uzaklaşmasını sözünü ettiğimiz “imkândan” ayrı, “reel sosyalizmin çözümünün” başarısız ve geçersiz olmasıyla açıklarken hem gerçekliği bükmektedir hem de sosyalizmin büyük zaferini inkâr etmekle ona açıkça saldırmaktadır. Bu bakımdan o, burjuvazinin saflarındadır. Ulusal baskıya karşı mücadelesine, hareket olarak imhaya karşı devam edegelen ısrarlı direnişine, ezilen ulusun ulusal bilincini uyandırırken gösterdiği büyük fedakârlığa rağmen gerçek olan budur ve bu ulusal hareketin başından beri taşıdığı özün vardığı sonuçtur.
Ulusal Hareketin sözünü ettiğimiz “imkândan” uzaklaşmasını bir ideolojik kırılma olarak yorumlamak hareketi başından beri belirleyen ideolojinin doğasını, eğilimlerini anlamamak olacaktır. İdeolojik kırılma değil, burada “yeni koşullarda değişen siyasî hedefler” söz konusudur. Kendi ulus-devletini kurma hedefi ile bir ulus-devletin parçası olmak arasında ideolojik bir fark olduğu iddiası ilk bakışta doğru gözükebilir. Fakat ayrıntılı bir incelemeyle bunların aynı ideolojiden kaynaklanan farklı siyasî hedefler ya da sonuçlar olabileceği görülecektir. Böyle bir aynılığın tespiti için ulusal burjuva çıkarların gerçekleşmesinin sınırlarına yoğunlaşmak gerekir. Yukarıda sözünü ettiğimiz “devlet kurma imkânı” bu tartışmanın ya da değerlendirmenin odak noktasıdır. Ulusal burjuva sınıf bakış açısından bu imkânın dönemler içerisinde değişebileceğini, bazen bu imkânın varlığından bazen de olmadığından söz edilebilir. Ulusal hareket geçmişte bu imkânın varlığından hareket etmiş ve bağımsız-birleşik bir vatan mücadelesi başlatmıştı, bugün ise bu imkânın olmadığını savunmaktadır. İdeolojik düzlemde bunlar ayrı değil aynıdır. Bu konuda değineceğimiz bir önemli nokta da sosyalizmin ulusal soruna yönelik politik çözümünün ekonomik ve proleter içeriğidir. Sosyalizmin ulusal sorunu ulusların tam hak eşitliği temelinde çözdüğünü ifade ettik. Bu hak eşitliğinin de nihayet “her ulusun kendi devletini kurma hakkıyla” tanımlandığını açıkladık. Bu çok güçlü bir politikadır ve alt edilemezdir. Bir burjuva ilke olmakla birlikte ukkth ilkesinin burjuvazi tarafından hayata geçirilemeyeceğini, ezen ulus burjuvazisinin ve özel olarak emperyalizmin bu ilkeyi kendi çıkarları doğrultusunda esas olarak imkânsız kıldığını da açıklamıştık. Tüm diğer ilkeler gibi UKKTH ilkesi de pratikte ilgili ulusun burjuvazisinin çıkarlarına göre yorumlanmakta ve bu çıkarlarla çeliştiğinde ihlal edilebilmektedir. Kürtlerin bir ulus olduğunun reddedilmesi ve kendi kaderini tayin hakkından mahrum edilmesi bunun bir örneğidir. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişte bir ulusal varlık olarak kabul görmesine karşın ulus-devletin inşasıyla birlikte bu kimlik reddedilmiş, UKKTH ilkesi de hiç gündeme gelmemiştir. Bu açık bir ilhak politikasıdır ve bu politika başından beri zor yoluyla hayata geçirilmiştir. Günümüzde halkın geniş bir kesiminde çok yoğun bir biçimde görülen Kürt ulusal davasına ve mücadelesine düşmanlık şiddete dayalı bu ilhakçılıktan bağımsız değildir. Ezen ulustan egemen sınıfların çıkarlarına göre kurulan Cumhuriyet farklı milliyetlerin varlığını reddederek belli bir ulusun kimliğinde “birlik ve bütünlük” sağlamaya giriştiler. Bugünkü birlik ve bütünlük egemen sınıfların çıkarlarına dayanan bir devletin birliği ve bütünlüğüdür. Bağımsız olduğu ileri sürülen devletin de başından itibaren ekonomik bakımdan bağımlı bir devlet olması bu birlik ve bütünlüğün zor yoluyla, her türden farklılığın baskı altında tutulmasıyla mümkün olmasına neden olmuştur. Ulusun sömürücü ve iş birlikçi sınıflarının çıkarlarının gerçekleştirilmesine dayanan bu zor yoluyla birlik ve bütünlük politikası halk içinde ulusal düşmanlıkların korunması için de bir neden olmuştur. Sosyalizmin ulusal sorunu tam hak eşitliğiyle çözebilmesinin temel nedeni ulusal farklılıkların proletaryanın çıkarlarının gerçekleşmesi bakımından bir engel olmamasıdır. Ulusal farklılıklar bir bütün olarak, farklı uluslardan halkın çıkarlarının önünde bir engel değildir. Aksine ulusal farklılıklar halkın çıkarlarının gerçekleşmesi bakımından yararlı ve geliştiricidir. Sosyalizm farklı ulusal kültürleri, hatta tüm ulusal birikimleri proletaryanın kültürünün oluşması ve gelişmesi sürecinde asimile eder, daha ileri, güçlü ve özgür bir kültürel yapının öğelerine dönüştürür. Burada ne dil ne kimlik yasağı söz konusu olur, tüm ulusal kültürlerin kendiliğinden asimilasyonu sosyalizmin gelişmesi şartlarında gerçekleşir ve proleter kültürün oluşmasına bu yolla katılır.
Sosyalizm, ekonomik model olarak toplumsal mülkiyeti esas aldığı için ulusal ayrıcalıklara dayanan bir gerekçe kabul edilmez; bu nedenle her ulus için tam hak eşitliği sağlanmasının önünde hiçbir engel bulunmaz. Ulusal farklılıkları devletin birliği ve bütünlüğü bakımından sakıncalı bulanların ulusal baskıları, zorla asimilasyonu ve özel olarak ilhakçı politikaları desteklediklerini bilmeliyiz. Birlik ve bütünlük gibi ilk anda pek muteber görünen ve kabul gören kavramların gerisinde tarihsel ve yoğun bir gerçekliği inkâr anlayışının varlığına özel olarak dikkat çekmeliyiz. Farklı uluslara karşı ilhakçılığı sahiplenen, sürdüren ve savunan, katliamlara varan zorbalığı görmezden gelen her türden anlayışla sıkı mücadele ancak ve sadece tam hak eşitliğinde ısrar edilerek mücadele edilebilir. Güçlü ve gerçek bir birlik ve bütünlük sağlamanın yolu da tam hak eşitliğinde gerçekleşebilir. Bunun mümkün olduğunu sosyalizm süreçleri kesin biçimde ispatlamıştır.