Suriye’de HTŞ’li grupların bu kez “Suriye devleti” adına Alevilere yönelik katliamlarının dünya kamuoyuna yansıması ciddi tepkilere yol açtı. Bu saldırının beklenen bir gelişme olması ve Alevilerin uzun süredir bu tehlikeye dikkat çekmesi, özellikle Türkiye’deki duyarlılığı artıran bir etmen oldu. HTŞ’ye bağlı çeteler tarafından paylaşılan videolar katliamın boyutunu ve faillerin niteliğini açıkça gözler önüne serdi. Üç aydır Alevi evleri basılıyor, insanlar gözaltına alınıp infaz ediliyor, cesetleri yol kenarlarına atılıyor. Hakaret, işkence, köpek gibi havlamaya zorlama, cesetlerin çiğnenmesi gibi vahşet görüntüleri dünya kamuoyuna servis ediliyor. Humus kırsalındaki bazı Alevi köylerinde hiç kimsenin sağ kalmadığı, kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden herkesin katledildiği bildiriliyor. Bu saldırıları yalnızca HTŞ’nin Esad rejiminden sonra Alevilerden hesap sorma biçimi olarak değerlendirmek eksik kalacaktır.
8 Aralık’ta rejimin düşmesiyle birlikte sahada üç temel güç kaldı: Kürtler, Dürziler ve cihatçılar. Esad döneminde orduyla birlikte cihatçılara karşı mücadele etmeyi kabul eden rejimin çökmesiyle Kürtler ve Dürzilerin kendilerini savunabilir kalmalarının en önemli nedeni silahlı olmakla birlikte görece bağımsız kalabilmeleriydi.
Katliamların nedeni hakkında konuşulurken devam eden baskılara ve öfkeye dikkat çekiliyor. Alevi kitlelerinde somutlaşan öfke silahlı örgütlenmeler için de bir kaynak kuşkusuz. Alevi kitlelerin tümden silahsız olduğu ileri sürülemez ve silahlı olmak onlar için başından itibaren meşrudur. HTŞ operasyonlarına yönelik “halkı korumak üzere” silaha başvurulması da meşru bir halk savunmasıdır. Bu bahane edilerek sıradan, silahsız Alevi kitlelere saldırılması asla meşru değildir, tam olarak adli bir “devlet” suçudur. “Sahil Kalkanı Tugayı” da bu koşullarda ortaya çıktı. Yeni kurulan bu birliklerin siyasî hattı ve hedefleri henüz bilinmiyor. Katliam ve baskının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu birliklerin nasıl bir konumlanış içinde olacağı belirsizliğini koruyor. Şu an için Şam yönetiminden tek talepleri, katliamların durdurulması oldu.
Katliamların tırmanması üzerine eski asker ve komutanların önderliğinde, laikliği benimsemiş Sünni, Alevi ve farklı inanç gruplarından oluşan “Suriye Kurtuluş Askerî Konseyi” kuruldu. Liderliğine eski Tuğgeneral Süleyman Dala getirildi. Katliamların durdurulması çağrısının karşılık bulmaması üzerine konsey, birkaç baskın düzenleyerek 13 selefi unsuru öldürdü. Bu durumu fırsat bilen HTŞ çeteleri, Alevilere yönelik kitlesel imha sürecini hızlandırdı. Buna karşılık Suriye Kurtuluş Askerî Konseyi, Tartus ve Lazkiye’de birçok noktaya baskın düzenledi, bazı yerleri ele geçirdi. Ancak bu bölgeleri tutabilecek güce sahip olmadıkları için geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu geri çekilmenin ardından Colani çetesi, Alevilere yönelik katliamlarını daha da artırdı.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre, çatışmalarda HTŞ güçlerinden 231, HTŞ karşıtı direniş güçlerinden 250 kişi öldü. Ancak çatışmalarla ilgisi olmayan 973 Alevi sivilin katledildiği raporlandı. Kayıt altına alınamayan ve kimsenin almaya cesaret edemediği cesetlerle birlikte gerçek sayının çok daha yüksek olduğu ifade ediliyor.
Suriye’de rejim değişikliğinin Aleviler açısından başından itibaren büyük bir tehdit oluşturduğu biliniyordu. Yeni iktidarın silahlı gücünü ilk kez Alevilere karşı kullandı. Siyonist İsrail saldırılarını, SMO katliamlarına ses çıkarmayan iktidarın bu varlık biçimi onun ne tür bir iktidar olacağı hakkında açık bir bilgi vermiştir. Dünya kamuoyuna varlığını katliam görüntüleriyle duyuran Colani, şimdi de iktidarını pekiştirmek için Alevileri yok etmeye çalışıyor. Oysa Aleviler, bulundukları bölgelerde yalnızca güvenli bir yaşam talep etmiş ve sistemle uzlaşmaya açık olduklarını belirtmişlerdi. Ancak bu taleplerine yanıt katliam oldu. Şam yönetimi başta olmak üzere devlet yetkilileri, katliamları teşvik eden açıklamalar yaparken medya da katledilen Alevilerin “Esad artıkları” olduğu propagandasıyla ele geçirilmeye çalışılıyor. Birleşmiş Milletler (BM) heyeti, özellikle Lazkiye ve Tartus’taki katliamları araştırıyor. BM müdahalesi nedeniyle katledilen Alevilerin toplu mezarlara, ormanlık alanlara veya sahile atıldığı, bazı cesetlere askerî kıyafet giydirilerek katliamın örtbas edilmeye çalışıldığı bildiriliyor. Yakılan evler söndürülüp boyanıyor, halka korku salınıyor. Henüz tam anlamıyla bir iktidar kuramayan Colani, yönetemediği Suriye’de en zayıf kesime yönelerek gücünü kanıtlamaya çalışıyor. İsrail’in saldırılarına yanıt veremeyen, SDG ile anlaşma imzalayan, Dürzilerle müzakere arayışında olan HTŞ, bu güvensizliğini ve yönetim krizini Alevilere yönelik barbarca yöntemlerle örtmeye çalışıyor.
SDG Hangi Zamanda, Kiminle Anlaştı?
HTŞ lideri ile SDG arasında gerçekleşen “anlaşma”, sürecin karmaşıklığını ve farklı grupların çıkar çatışmalarını gözler önüne seriyor. Uzun süredir HTŞ’nin, özellikle Colani’nin Türkiye ile güçlü ilişkileri olduğu konuşuluyordu. Bunun gerçeklik payı olduğu açık, ancak Türkiye’ye biçilen misyonun da abartıldığı unutulmamalıdır. Ne Erdoğan gerçek anlamda “BOP eş başkanı” oldu ne de Türkiye, Suriye’deki yeni rejimin belirleyici gücü hâline geldi. Türkiye’nin emperyalizmin açık desteğiyle hareket eden bir kuklanın kıyafetinden sorumlu bir terzi gibi konumlandığını söylemek yanlış olmaz. Son anlaşma da bunun göstergesidir. Öcalan mektubunun ardından SDG’nin kendini feshedeceğine dair iddialar ortaya atılacaktır. Ancak bu, yüzeysel bir yorum olur. SDG, en başından beri savunduğu ilkeleri HTŞ liderine kabul ettirmiştir: Kürt ulusal varlığının Suriye içinde tanımlanması, toprak bütünlüğü çerçevesinde kendi bölgesinin idarî yetkilerini koruması ve uluslararası alanda tanınması. Zamanında Esad yönetiminin kabul etmediği bu temel ilkeler, Colani yönetimi tarafından kabul edilmiştir. Ancak anlaşmanın zamanlaması dikkat çekicidir. Alevi katliamlarının büyük tepki gördüğü bir dönemde gerçekleşen bu anlaşmada, “yeni rejimin” eski rejim artıkları ve ayrılıkçı hareketlere karşı savunulacağı belirtilmektedir. Halkın korunmasına yönelik açık bir madde yer almazken, rejimin savunulmasına vurgu yapılmaktadır. Bu durum, SDG’nin, halka zulmeden bir yapıyı devlet olarak tanıdığı anlamına gelmektedir. HTŞ, Alevi katliamlarıyla suçüstü yakalanmışken SDG ona “devlet” statüsü vermiştir. Zamanlamanın bu özelliği, SDG açısından ciddi bir tehlike sinyali olarak okunmalıdır. Ne Aleviler ne Kürt halkı ne de direnişçilerin bunu göz ardı etmesi mümkün değildir.
Colani’nin geçici liderliğinin kabul edilmesiyle sürecin ABD ve Avrupa emperyalistleri tarafından şekillendirildiğine dair kuşku yoktur. Bu merkezlerden Alevi halkına yönelik gerçek bir yardım gelmeyeceği de açıktır. Bu nedenle, SDG’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü savaşın hatırlatılması ve katliamların karşısında daha net bir tutum alması gerektiği vurgulanmalıdır.