Son dönemde daha da artmış olarak faşizmin yaygınlaşmasından, bununla uyumlu olarak milliyetçi söylemlerin de artmasından söz ediyoruz. Bir önceki yazımızda konu ettiğimiz emperyalizmin genel krizinin derinleşmesiyle ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki çelişkinin keskinleşmesi, sözünü ettiğimiz milliyetçi söylemlerin de kaynağıdır. Milliyetçi söylemi ABD’deki son seçimlerde “küreselcilerle ulusalcıların karşılaşmasından ulusalcılar zaferle çıktı” yorumlarında da gördük. Bu yorumlar söz konusu devletlerdeki ulusalcılığın “küresel” ölçekte olduğunu kavrayamamanın sonucudur. “Ulusalcı” denen Trump ABD ulusal sermayesini ancak onun emperyalist niteliğini koruyarak savunabilir. İçe kapanmak, kendi yağında kavrulmak gibi bir eğilimle bunu başarması zaten mümkün değildir. ABD’de egemenler arasında “ulusalcılar” ve “küreselciler” ayrımı yapmak abestir. Bütün bunlar hem ulusalcı hem de küreselcidirler. Emperyalizmin kendisi, kapitalizmin bir dünya düzeni olarak gelişmesinin kaçınılmaz sonucu zaten budur.
Böyle olduğu için tutarlı anti emperyalist mücadelenin kapitalizmin doğru kavranmasıyla ilgili olduğu söylenmiştir.
İki Farklı Koşulda Gelişen Milliyetçilik
Anti emperyalist mücadeleyi tutarlı bir biçimde geliştirmek bu çürümüş sömürü sisteminin çelişkilerinin somut analizi ile mümkündür. Trump’ta tanımlanan ulusalcılık Avrupa devletlerinde de Rusya’da da tanımlanabilir, Filistin gibi ezilen ulusların mücadelesinde de. Bunlar arasında mutlak ortaklıklar söz konusudur; ama aralarında temelde bir ayrım vardır. Marksist literatüre alışkın olanlar için bu, ezen ulus ile ezilen ulus hareketlerinin farklı özelliklerinden kaynaklanır. Uzunca bir süredir bu ayrımın güçlü bir biçimde yapılmadığını biliyoruz. “Her türden milliyetçiliğin reddi” yaklaşımı “artık milletler üstü yaklaşımların geçerli olduğu” iddia edilerek savunulmakta. İşte son dönemde yaşanan birçok olay bu iddianın gerçekçiliğine tam bir gölge düşürmüştür. Komünistler başından itibaren bu iddiayla arasına bir çizgi çekmişlerdir. Bu, milliyetçiliği savunmaktan değildir; ezen ve ezilen ulusların varlığından, uluslar arasındaki eşitsizlikten ötürüdür. Komünistler ezilen ulusların anti emperyalist mücadelesinin bir eşitlik mücadelesi olduğunu ve ilerici olduğunu savunmuşlardır. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını tamamen savunmalarının nedeni de budur.
Deliler Değil Burjuvalar Yönetiyor
Son dönemde yaşanan ve çoğunlukla “absürt” ya da “delilik” gibi kavramlarla tanımlanan söylem ve hareketler emperyalizmin bilindik karakterinin, dayandığı kapitalist ekonominin tüm çürümüşlüğünün ve yaşamaya mahkûm olduğu yıkımın kaçınılmaz sonuçlarıdır. Dünya ekonomisinin genel durumu ve gidişatı üzerine yazılanlar okunduğunda açıkça görülecektir ki Trump, Putin, Netanyahu, Meloni, Millei, Erdoğan, son olarak Merz gibileri bu son derecede çürümüş, yıkılmaya yüz tutmuş sömürü düzeninin çocuklarıdır, bu düzenden gelen ve bu düzene hizmet eden “liderlerdir.” Bu şahsiyetlerde somutlaşan ırkçılık, aşırı gericilik, tutarsızlık, düpedüz sahtekârlıklar, ayrıntılı bakıldığında da görülecektir ki bu dünya düzeninin temel kurumlarının çıkarlarıyla, kararlarıyla, yönelimleriyle uyumludur. Sorun söz konusu liderlerin niteliği değil, sistemin temeli olan devasa kurumların niteliğidir. Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği gibi çok bileşenli yapılar, tek tek devletler, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi kurumlar tam da bu tür liderlerle uyumludur. Bunlar demokrasi, modern hukuk, birey hakları ve özgürlüğü gibi tarihsel kazanımları uzun bir süredir ilkesel düzeyde görmemektedir. Kuşkusuz tüm bu kurumların sınıf karakterinin farkında olanlar için bu şaşırtıcı değildir, bilinenler ya da öz bugün daha belirgindir sadece. Konumuz elbette bu değil, konumuz bu sayısız örneğin ve pervasızlığın neden yoğunlaştığıdır. Liderlerde somutlaşan cehaletin ve pervasız saldırıların, tüm olagelen davranışlardan uzaklaşmanın, deliliklerin, absürtlüklerin bu derecede yaygın görülmesi neyin göstergesidir?
Bir önceki yazımızda genel olarak emperyalizmin buhranından ve dayandığı çelişkilerin keskinleşmesinden söz ettik. Yukarıda tanımladığımız tablo da bunun bir sonucudur. Giderek daha da artacak olan saldırganlık çürümüşlükten, yıkım sürecinin kaçınılmazlığından ileri gelmektedir. Bu çürümüş ve asalak sistemin sahipleri taşıdığı zaafların, önündeki çok açık problemleri bilindik yollardan çözemeyeceklerinin farkındalar. Kabaca ama anlaşılması için örnekle tarif edersek durumu şöyle söyleyebiliriz: Biden’la denenenler başarısızlıkla sonuçlandı, şimdi bunun devamı olarak Trump’la denenecekler gündemde. Görüyoruz ki bu kez şiddet daha da önde, tehditler daha vurgulu; “yeni sömürgeleştirme süreci” tespitleri boşa yapılmıyor.
Şiddet Bu Düzenin Kendisidir
Bu saldırganlık çok güçlüdür ve yoğun şiddet kaçınılmazdır. Aksi durumda emperyalizmin devamı mümkün olamayacaktır. Sürekli bir saldırganlıkla karakterize olmuş sistemin durması çökmesi için yeterlidir. İçinde olduğumuz sürecin yasası budur.
“Yasa” deyince kapitalizmin bu özelliğinin daha başlangıçta da var olduğu hatırlatılabilir, ilkel sermaye birikimini açıklarken Marks süreci “… Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.” diyerek betimler. Kapitalizm bir sömürü sistemi olarak daha baştan şiddetle iç içedir. Şiddet onun ebesidir. Burada farklı olan şiddetin işlevidir, neye olanak sağladığıdır. “Sınıflar savaşımında şiddet kaçınılmazdır” dediğimizde sadece işçi sınıfının devrimci şiddetinden söz etmedik. Burjuvazi de köylüleri, üreticileri feodal düzenden çekerken onların güvenceleri olan, onların mülkü olan her şeyi şiddet uygulayarak ellerinden alırken “kan ve ateşten harflerle” bir tarih yazdı. Böylece çürümüş feodal düzenin tasfiyesi için tüm koşulları yarattı. Kapitalizm ancak bu yolla sağlanmış koşullarda ve elde ettiği “ilk” birikimle ilerleyebildi. Bugün ise aynı “kan ve ateşten harfler” çürümüş kapitalizmin çökmemesi içindir. İlk baştaki şiddet de burjuvazi için kaçınılmazdı, bugünkü de. Bununla beraber yeni olanla çürümüş olanın içerdiği kaçınılmaz şiddet arasında fark vardır. İlki önünde durulamaz bir şiddettir, ikincisi ise önünde durulabilir bir şiddet. Çünkü çökmekte olanın şiddetinden söz ediyoruz.
Derinleşen bunalımın temelinde başta ABD olmak üzere birçok “büyük” devletin çok ciddi bir borç yükü altında olması, buna karşın üretimin her geçen gün zayıflaması, enflasyonun yükselmesiyle birlikte ekonomide durağanlık yaşanması var. ABD uzunca bir süredir “enflasyonla mücadele” içinde. Faizleri yükselterek kısmen başardığı bu mücadele yakın zamandaki verilerle birlikte yenilenmek zorunda! Bir yandan faizlerin düşürülmesi için ciddi bir baskı var, diğer taraftan enflasyonla mücadele görevi var. Bunlar toplumsal yeniden üretim sürecinden bağımsız olaylar değil. Finansal piyasanın üretim piyasasından uzaklaşması, para ile ürün arasındaki makasın genişlemesi ciddi derecede birikmiş borç yükünün, şimdi yaşanmakta olan ciddi ekonomik bunalım riskinin temelidir ve bunun olağan yoldan değişmesi mümkün değildir. Genel, bölgesel savaş olasılıkları kadar tek tek ülkelerde yaşanan “faşizm” olasılığı da bu süreçten bağımsız gelişmiyor. En son Almanya genel seçiminde sadece AfD’nin oylarını daha artırması ve “iktidar yolunun” açılması buna işaret etmiyor; aynı zamanda CDU’nun yeni lideri ve büyük olasılıkla yeni şansölye Friedrich Merz’in niteliği de aynı duruma işaret ediyor. Merz tüm geçmişi ve tüm açıklamalarıyla “Almanya odaklı olmak üzere” malî oligarşinin çıkarlarını son derecede saldırgan davranarak korumaya hazır bir lider. Tırpanlanarak zayıflamış sosyal hakların geriletilmeye devam etmesi, özelleştirmenin derinleştirilmesi, göçmen karşıtlığıyla Alman halkının manipüle edilmesi hedefleri Merz’in verdiği tüm mesajların içeriğini oluşturuyor. Uluslararası ilişkilerde de gerilimin arttığına tanık oluyoruz. ABD hem Elon Musk hem Trump hem de Başkan Yardımcısı J.D. Vance aracılığıyla çok açık biçimde AfD’yi destekleyen ve özelde Olaf Scholz’u aşağılayan hamlelerle seçime müdahale etti. İfade özgürlüğü, kendi kültürünü koruma, demokrasiyi uygulama gibi iddialarla AfD’ye verilen destek, faşizmin bilindik karanlık ve manipülatif özelliklerinin somutlaşmasıydı. Bu da “faşizm eğiliminin” uluslararası düzeyde güçlendiğine işaret ediyor; AfD’li ya da AfD’siz olası kitle tepkilerinin önüne geçilmesi, devlet denetiminin garantiye alınması, egemenlerin ihtiyaç duyduğu koşulların her türlü araçla sağlanması amacı Almanya’da bugün daha açık. AfD’nin seçimden “zaferle” çıkamamasını başarı olarak değerlendirenler egemenlerin CDU ile, SPD ile, Yeşiller ile, hatta Sol Parti ile aynı amaca yönelmiş olduklarını ya ihmal ediyorlar ya da anlamıyorlar. Elbette, gerektiğinde açıktan faşizmi savunan bir partiyle yol almaları da mümkün. Fakat bu, girilmiş yolun zaten bu olmadığını göstermez. Aksine bu yolda yüründüğü açıktır.
Sürecin bu derecede keskin bir mücadeleye doğru ilerlediğini yakın zamanda Orta Doğu’da yaşadık.
Faşist Şiddeti de Gördük Mücadeleyi de
7 Ekim Aksa Tufanı’ndan beri Orta Doğu’da yaşananlar bunun çok net örneğidir. Elbette bu süreç Aksa Tufanı ile başlamadı. Aksa Tufanı sadece bir gerçekliği görmemiz için aydınlatıcı ışık oldu. Aksa Tufanı’nın hangi plana karşı geliştiğini, emperyalizmin dayattığı hangi anlaşmaları deşifre edip bozguna uğrattığını unutmamak gerekir. Aksa Tufanı’ndan sonra yaşananlar Abraham Anlaşmalarıyla amaçlananın çok güçlü bir saldırganlıkla yaşama geçirilmek istenmesinden başka bir şey değil. Ya anlaşmayla ya da zorla Gazze, hatta Batı Şeria insansızlaştırılacak, daha doğrusu Filistinlilerden arındırılacak! Neden? Amaç sadece ya da iddia edildiği gibi Siyonist İsrail’in güvenliğini sağlamak değil. Amaç Akdeniz’de tam kontrol ve Orta Doğu’da kesin üstünlük sağlamak, petrol ve doğal gaz rezervlerine ve hatlarına sahip olmak, sömürünün yoğunlaşması için Orta Doğu merkezli adımları tamamlamak… Suriye’de yaşananların hiç de absürt olmadığını bu arka plan gösterir. Hey’etu Tahrîri’ş-Şam (HTŞ) gibi IŞİD kaynaklı, El Kaide artığı, El Nusra’nın devamı bir örgüte tüm “uygar” dünya el uzatmış durumda. Bu örgütün lideri, egemen burjuva kesimler için “terörist elebaşı” Colani de bugün Suriye’nin Devlet Başkanı. Üstelik bu başkanlık ona HTŞ’li temsilcilerden meydana gelen Geçiş Hükümet onayıyla verildi. Bu örgüt ve bu devlet başkanıyla birlikte Suriye Gazze’nin, Lübnan’ın uğradığı Siyonist saldırının önünde bir engel değil, aksine bir ön açıcı oldu. Orta Doğu’daki dengeye yaslanarak emperyalizm ihtiyaçlarını karşılamak üzere yoğun ve etkili bir saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırının neredeyse tamamen Hizbullah’a, başta Hamas olmak üzere Filistinli direniş örgütlerine ve Yemen’de Husilere yöneldiğini gördük. Ne Hizbullah ne Hamas için tutarlı anti emperyalist diyebiliriz. Bununla birlikte her ikisi de emperyalizmin sözünü ettiğimiz yeni hedefinin önündeki engellerdi ve bu değişmiş değil.
Siyonizm’in önünü tamamen açan emperyalizm onun Suriye’deki ilerleyişini ve burada konumlanışını dahi kabul etmiş/ettirmiş durumda. Henüz HTŞ Suriye’de iktidara yerleştirilmemişken Erdoğan İsrail’i işaret edip “vadedilmiş torak hezeyanıyla … tamamen dinî fanatizmle Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum bizim topraklarımız olacaktır” dediğinde emperyalizmin planından haberdar olduğunu da açık etmişti. Oysa bugün Siyonizm’in Suriye topraklarında olmasına TC’nin bir itirazı yok! Bu da TC’nin emperyalizmle, dolayısıyla Siyonizm’le bilindik ilişkisinin bir kez daha ortaya çıkmasıdır. Sözde millî olmakla gerçekte millî olmak arasındaki farkı bu gibi gelişmelerde açıkça görürüz. HTŞ’nin emperyalizmle kurduğu ilişkinin derecesini de Suriye’deki Siyonist işgalle ölçebiliriz. Elbette bu Esad dönemlerinin bu konuda aklanması anlamına gelmez. Esad dönemlerindeki emperyalizme bağımlılık ile şimdi HTŞ ile başlayan bağımlılık arasındaki fark biçimseldir; ama özde aynıdır. Biçimsel farklılıkların somut ciddi farklılıklara neden olduğunu da unutmayarak bunu söylüyoruz.
Milliyetçilik: İkiyüzlü Bir Akım
Bu örnekler bize “milliyetçilik” üzerinde düşünmemiz gerektiğini göstermektedir. Milliyetçilik zaten yaygın ve güçlü bir akım olmakla birlikte içinden geçtiğimiz koşullarda daha somut görünümleriyle, eylemlerle karşımıza çıkacaktır. İtalya, Hollanda, Fransa, ABD ve Almanya seçimlerinde milliyetçiliğin türlü biçimlerine rastlamış olmamız da bu gerçekliği içeriyor. Milliyetçiliğin koşulları sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, yarı feodalizmin varlığını sürdürdüğü bağımlı ülkelerde de güçlüdür. Özel olarak bu ülkelerdeki milliyetçiliğin anti emperyalist doğasına dikkat çekmemiz gerekir. Önceki sayımızda değindiğimiz ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki çelişkinin beslediği milliyetçiliği göz ardı etmek devrimci hareketin yapabileceği en büyük hata olacaktır. Filistin, Suriye, Lübnan, Ukrayna değerlendirmelerinde bu noktanın önemine çok defa vurgu yaptık. Bu devam eden bir sorundur. Dünya üzerindeki baş çelişkinin ihmali dost ve düşman ayrımlarını silikleştirir ve nihayetinde emperyalizmin tahakkümüne karşı mücadelede boşa düşürür. Çeşitli ezilen ulus hareketlerinde bu tehlikenin dikkat çeker düzeyde belirdiğini görüyoruz. Bununla birlikte tam da emperyalizme karşı mücadelede özde veya genelde devrimci olmamakla birlikte devrimci harekete dost olanların görülmemesi de ciddi bir yanılgıdır. Hizbullah değerlendirmesinde buna dikkat çektiğimiz hatırlanmalıdır.
Milliyetçiliğin farklı koşullardaki farklı türleri farklı siyasî sonuçlar doğurur. Bu ayrımı özellikle yapmak gerekir. Yarı sömürgelerde ve ezilen ulusların varlığında milliyetçilik devrimci hareketten tamamen, hatta esas olarak yalıtılamaz. Buna karşın gelişmiş kapitalist ülkelerde, emperyalist ülkelerde milliyetçilik faşizme yol açan özellikleriyle devrimci hareketten tümden yalıtılmalıdır, politika ona geçit vermemek olmalıdır.
Faşizme Karşı Mücadelede Kitleler
Faşizmin genel olarak yayıldığından, belli egemen güçlerce propaganda edildiğinden söz ettik. Dolayısıyla bu süreçte faşizme karşı mücadele temel önemde bir konudur. Bu noktada faşizmi doğuran koşulların devrimci mücadelenin zorunluluğunu da içerdiğini hatırlamak gerekir. Kitlelerin kendiliğinden de olsa, tecrübelerinden hareketle faşizme izin vermeyeceği söylenebilir. Kitlelerin tepkisini görmüyor değiliz ve eminiz ki bu tepki, gösterilenden çok daha güçlü ve derin. Ne var ki aslolanın örgütlü kitle olduğunu unutmamak gerekir. Tamamen donanımlı ve örgütlü (ordu, polis, mahkeme, gerektiğinde milis veya paralı/sözleşmeli askerler) güçlerle saldıran burjuvaziye karşı kitlelerin aracı da yaklaşık düzeyde örgütler olmak zorunda… Sözünü ettiğimiz bu ülkelerdeki kitle tepkisinin başka düzeylerde ve boyutlarda değerlendirilmesi ve tartışılması gerektiğini de unutmamak gerekir. “Faşizme karşı” yoğun bir kitlesel tepki olmakla birlikte egemen burjuva kesimlerin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşen saldırılara karşı “anti kapitalist” söylem ve propagandalarla kitlelerin manipüle edildiği gerçeği de orta yerdedir.