Bilinç-Madde İlişkisi ve Bilincin Evrimi -I
Bilinç-Madde İlişkisi ve Bilincin Evrimi -II
Bilinç-Madde İlişkisi ve Bilincin Evrimi -III
Milyarlarca yıl kökeni olan canlılığın, aslında çevre ile etki-tepki geliştirecek biçimde iletişim sayılabilecek elektro-kimyasal etkileşim becerisini çok erken dönemlerde kazandığını bilmekteyiz. Bu, bilince giden milyarlarca yıllık serüvenin ilk aşamasıydı. Bilincin kökeni ve biyolojik yapısı, milyarlarca yıllık evrimin bir ürünüydü. Kendinin ve çevresinin farkında olma, ayrıştırma, benzeştirme, soyutlama ve kritik yapma becerileri yani gerçek anlamda bilinç, insan türleri ile birlikte oluştu. Artık yalnızca etki ve tepkiden daha fazlası, maddenin bir ürünü olarak onun ve kendisinin farkında olma, kendisini ve çevresini değiştirme becerisine dönüşmüştü. Bu sayede, biyolojik olarak beyni dışarıda bırakıldığında oldukça zayıf ve dezavantajlı bir fiziksel yapısı olan insan, bilinci sayesinde ilkel türleri ile birlikte canlılar arasında yaklaşık iki milyon yıldır süper avcı pozisyonundadır. Pençeleri, sivri ve iri dişleri, kamuflaja veya kendisini soğuktan koruyacak bir posta, diğer canlıları alt etmesine yarayacak ölçüde bir güce sahip olmayan insan, bilinci sayesinde maddeyi kullanarak, üreterek ve çevresini şekillendirerek bu eksikleri bir dezavantaj olmaktan çıkarmıştır. Bu eksiklikler, aynı zamanda insanın tabiat ile olan çelişkisini oldukça derin tutmuş, bilincin gelişimine katkı sağlamıştır.
İnsanın bilinci ele alışı, varlık sorununun ve tartışmalarının en önemli başlığı olarak kalmaya devam etmektedir. Önceki bölümlerde ele aldığımız gibi, bilinci maddenin kökeni olarak ele alan idealist yaklaşımlardan, bilinci mekanik, gelişen yönünü ve aynı zamanda maddeyi değiştirebilen yönünü görmezden gelen kaba materyalist anlayışlar da mevcuttur.
Bilincin ele alınışının yalnızca biyoloji biliminin bilgi-birikiminin gelişimi ile değil, aynı zamanda bu birikimin doğru bir yöntem ile ele alınması aracılığıyla doğru bir zemine oturmasının sağlanabileceği Marks ve Engels ile birlikte daha net biçimde görüldü. Elbette biyoloji biliminde ortaya çıkan her gelişim, bilincin saklı kalan yönlerinin açığa çıkmasına yarıyordu; ancak o dönemde dahi bilincin maddesel ve gelişen yönüne dair yeterli bilgi-birikim vardı. Sorun yaklaşım ve doğru bir temelin yaratılma sorunuydu. Çünkü bilince yönelik yaklaşım, aynı zamanda üretim faaliyetine, üretim ilişkilerine ve toplumsal yaşamın bütününe yönelik yaklaşımı etkileyen ve yer yer belirleyen bir öneme sahipti. Bilincimiz, maddenin doğasından ayrıştırılamazdı. O hem maddenin bir ürünü, biçimi, faaliyeti idi hem de gelişen ve değiştiren bir unsurdu. Toplumsal yaşamda da bilincin ne biçimde şekillendiği, toplumun geleceğini belirlemekteydi. Öyle ki insanın tabiat karşısında en büyük silahı olan bilinç, ne biçimde şekillendiğine göre değişerek insanlığın geleceğini tehdit eden sonuçlar dahi üretebilmektedir. Çünkü bilinç maddeyi soyutlamalar yaparak algılar, bu soyutlamaları gerçekle ne kadar temas edecek biçimde şekillendirirse o denli avantaj sağlar, geleceğini şekillendirir.
Yani bilinç her ne kadar soyutlamalar yapsa da yaptığı soyutlamalardan ötürü madde var olmaz. Madde bu soyutlamalardan veya algıdan bağımsız olarak vardır, bilincimizin algıladığından daha teferruatlı bir biçimde bu durum mevcuttur. Öyle olmasaydı, her durumun varlığını değerlendirmede mantığımızın sınırları ile hareket ediyor olsaydık, yalnızca benzeştirme yapabildiğimiz olgular gerçek olsaydı, o zaman insanlığın son 200 yıllık fizik birikimini çöpe atmamız gerekebilirdi. Ancak biliyoruz ki gerçeklik bizim algımızın, bilincimizin ve üretim faaliyetimizden doğan birikimimizin sınırları ötesinde olabilmektedir. Bilim ile sözde bilimleri ayıran önemli özelliklerden biri de budur. Newton, kütle-çekim kuramını ortaya attığı dönemde, bu o dönem için Newton’un kendisinin dahi mantığına uymayan, benzeştirme yapılamayan bir olguydu. Çünkü Newton, birbiriyle hiçbir teması ve bağlantısı olmayan iki cismin birbirini etkilediğini söylemekteydi, kullandığı model gayet iyi biçimde çalışmaktaydı. Her ne kadar bugün artık uzay-zamanın yapısının iki nesne arasında bir bağlantı oluşturduğunu, kütleli cisimlerin uzayın yapısında bükülmeler ve yörüngeler yarattığını bilsek de o dönem için bu bilinmiyordu. Ancak oluşturulan model her ne kadar dönemin mantığına ve öngörülerine uymasa da çalışabilmekte ve gerçekle temas edebilmekteydi. Yine bugün için kuantum mekaniği ve parçacıkların davranışları ile ilgili ve hatta yapıları ile ilgili, günlük hayatta karşılaştığımız maddesel olgular ile kıyaslama yapmamız oldukça zor olmaktadır. Birçok insan küçük partiküllerin tabiatını mantıksal olarak yorumlamaya kalktığı anda bir girdap içerisine girebilmektedir; çünkü günlük hayatta tecrübe edebildiği olgular ve davranışlar ile uyumlu değildir. Ancak bu durum, parçacıkların tabiatının günlük hayattaki fizik yasalarından başka yasalar ile çalıştığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bilincimizin gelişimi, bilgi-birikimin gelişimine bağlıdır, ancak bilgi-birikimin gelişimi tek başına bilincin de gelişeceği anlamına gelmez.
Bilgi-birikim, bilincin başka bir yönüne işaret etmektedir. Bilincin gelişimi, insanın pratik faaliyetinin ürünüdür aynı zamanda. Pratik faaliyet ürünü yani bilgiyi açığa çıkarır, bu bilgi daha ileri pratik faaliyetlerin basamağı haline gelir. Öyleyse bilinç aynı zamanda bir birikimin ürünüdür. Bununla birlikte bilgi aynı zamanda pratik faaliyetten bir çıkarım yani soyutlamadır. Yani pratikten çıkan bilgi, bizim bilinç düzeyimize göre ancak daha ileri pratiklerin önünü açabilir. Teolojik saplantıları olan geri bir bilinç düzeyinin elindeki bilgiyle ve bu bilginin ışığında gelişecek pratik ile idealizmden büyük oranda kopmuş bir bilinç düzeyinin gerçekleştireceği pratik arasında, toplumun geleceği açısından büyük farklar açığa çıkacaktır. İdealizmden arınmış bir yaklaşım, bilincin insana devrimci özellikler kazandırdığını, çevreyi ve koşulları devrimci bir biçimde değiştirebilme yetisini kazandırdığını gerçeğinin de farkında olacaktır. Yani, bilinci maddesel bir olgu olarak özne haline getirecektir.
“Spekülasyonun bittiği, gerçek hayatın başladığı yerde, demek ki insanların pratik gelişim süreçlerini ve pratik faaliyetlerini açıklayan hakiki pozitif bilim başlar. Bilinç hakkında söylenen boş sözler sona erer; onların yerini gerçek bilginin alması gerekir. Gerçekliğin tanımlanmasıyla birlikte, kendi kendine yeten felsefe, varlığını sürdürdüğü ortamını kaybeder. Onun yerini, en iyi olasılıkla en genel sonuçların bir özeti, insanların tarihsel gelişiminin gözleminden elde edilen soyutlamalar alabilir. Gerçek tarihten kopmuş bu soyutlamaların tek başlarına hiçbir değeri yoktur. Bunlar yalnızca, tarihsel materyalin düzenlenmesini kolaylaştırmaya, onun ayrı ayrı safhalarının dizilişini göstermeye yardımcı olabilir. Fakat, kesinlikle, felsefenin yaptığı gibi tarihsel dönemleri derli toplu biçimde düzenleyecek bir reçete veya şema veremez. Tersine, ister geçmişteki bir döneme, ister bugüne ait olsun maddi olanın incelenip düzenlenmesi ve onun gerçek haliyle sunulması işine girişildiğinde, güçlükler baş gösterir. ” (Marks ve Engels, Alman İdeolojisi)
Nihayetinde mantığımız, niyetimiz, inancımız ne yönde olursa olsun, pozitif bilimlerde veya günlük yaşamsal pratikte yaptığımız soyutlamaların ve oluşturduğumuz modellerin ne ölçüde çalıştığı, gerçek ile ne oranda temas ettiğimiz ile ilintilidir. Biz neye inanarak pratik faaliyete girersek girelim, tabiat bizim inançlarımızı gerçeklik duvarına vurarak değişmeye zorlayabilmektedir. Bu pozitif bilimlerden, günlük hayatta gerçekleştirdiğimiz bir eyleme kadar geçerlidir. Einstein hiçbir zaman evrenin bir sonunun olabileceğini düşünmemişti, evreni sonsuz olarak düşünmekteydi. Bunun için, genel görelilik kuramlarının sabit bir evren sonucu verebilmesi için bir “kozmolojik sabit” eki yapmıştı. Kozmolojik sabite ihtiyacının olmasının sebebi şuydu: Normal şartlar altında Einstein denklemleri evrenin kütle-çekim etkisi ile daralmasını zorunlu kılıyordu. Öyleyse evrenin sabit olduğu sonucunu çıkaracak kütle-çekim ile denge yaratacak bir denge sabitine ihtiyaç vardı, bu da boşluk enerjisi olarak adlandırılan kozmolojik sabitti. Kozmolojik sabit –Yunan alfabesinden lambda “Λ” harfi ile gösterilir- Einstein’in sabit evren fikri sebebi ile denklemlere eklenmişti. Oysa yıllar sonra, Hubble tarafından evrenin sabit ve sonsuz olmadığı, bilakis genişlediği ispatlanmıştı. Dolayısı ile kozmolojik sabit, pozitif değerli idi. Artık biliyoruz ki evren yalnızca genişlemiyor, bir biçimde hızlanarak genişlemeye devam ediyor. Bu durum ampirik çalışmaların, pratik faaliyetin veya üretimin ortaya çıkardığı bilgilerin ne biçimde veya hangi yöntemler ile ele alınarak bir teoriye dönüştürülmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Einstein mantığı veya var olan bilgisinin kendi zihninde bir yöntem ile işlenmesi yolu ile bir önermede bulunmuş, ancak gerçeklik onun mantığının ve bilincinin ötesinde bir sonuç çıkarabilmişti. Aynı biçimde, kuantum dolanıklık için de aynı durum söz konusuydu. Einstein kendi teorisinden çıkan bu sonucu hiçbir zaman olduğu şekilde kabul edemedi. Kuantum dolanıklığa göre, iki parçacık arasında spin, momentum gibi çeşitli özellikler bakımından eşdeğerlik ya da dolanıklık durumu gözlenebilmektedir. Kısaca bu iki parçacığın özellikleri birbirinden bağımsız değildir, aralarında milyarlarca ışık yılı uzaklık olsa dahi, birine yapacağımız müdahale aynı anda diğerinin özelliklerini de değiştirecektir. Evrendeki hız sınırının ışık hızı ile sabit olduğu bilinmektedir, dolayısı ile bilgi dahil hiçbir şey ışıktan daha hızlı gidemez. Dolayısıyla iki parçacık arasındaki etkileşimin milyarlarca yıl alması gerekirken bu etkileşim anında olabilmekteydi. Einstein bu durumu “uzak mesafelerdeki ürpertici etkileşim” olarak değerlendirmiş ve iki parçacık arasındaki bu olgunun çözümlenebilmesi için gizli bilinmeyen bir değişkenin var olduğunu iddia etmişti. Ancak deneysel olarak gizli bir değişkenin olmadığı, iki veya daha fazla parçacığın dolanıklığının herhangi bir gizli değişkene ihtiyaç duymadığı yakın dönemde gerçekleşen deneyler ile sabitlenmiştir. Yani parçacıkların tabiatının bu biçimde olduğunu göstermiştir. Yeni durumlar ile karşılaştığımızda bilincimiz, ancak ve ancak bildiği olgular üzerinden soyutlama yapabilir ve bir bağdaştırma, kritik gerçekleştirebilir. Örneklerden gördüğümüz gibi her yeni olguyu sabit bir öncel ile benzeştirme uğraşı, gerçeğin zihnimizde saklı olduğu veya gerçek bilgiye yalnızca düşünerek ulaşabileceğimiz algısı bizi yanıltabilmektedir. Newton iki gezegenin birbirine değmeden kütleleri sebebiyle birbirini etkiliyor olduklarına dair modeli ortaya attığı dönemde, kendisine bunun bir mantığının olmadığı eleştirileri muhakkak gelmişti. Aynı biçimde Newton da bu fikirdeydi; ancak ortaya çıkan model çalışmaktaydı. Eğer Newton, kendi bilincine, fikirlerine veya inancına bu olguyu uydurmaya çalışmış olsaydı, ne biçimde bir sonuç çıkarmış olacaktı?
Bilincimiz yekpare değildir, yalnızca bir doğrusal yöne doğru bakacak biçimde vektör bir yapıda değildir. Aynı anda birden fazla fikrin çarpışma arenası haline de gelebilmektedir. Bu demektir ki aslında bilincimiz günlük hayatta karşılaştığı her sorunu birden fazla bilgiye ve yönteme başvurarak aşmaya ya da çözümlemeye çalışmaktadır. Dolayısıyla bilincin gelişimi daha fazla bilgiyi kapsamaya ve doğru bilgi işleme yöntemini kazanmaya dayanır. Bu durum ise bilinç ve pratik arasındaki kopmaz bağı ortaya çıkarır. Yani “çevremle olan ilişkim, bilincimdir”, dolayısıyla bilinç aynı zamanda toplumsal bir olgudur.
Sonuç olarak bilincimizin pratik faaliyet ile olan bütünlüğü, onun gerçek ile uyumlu olma kaygısını taşımasını bir zorunluluk haline getirir. Toplumsal açıdan düşünüldüğünde, maddeyi ve koşulları değiştirme kudretine sahip olan bilincin bir diğer devrimci yönü, gelişim için gerçeğe uyumlu olmaya muhtaç olmasıdır. Bilinç idealizmden ne oranda sıyrılarak şekilleniyorsa, maddeyi ve koşulları da o oranda toplumun gelişimi için değiştirebilecektir. Bilim ve sınıf mücadeleleri tarihi bize bu yönü işaret etmektedir. Toplumsal değişim ve devrimler için de bilginin kaynağı yine sınıf mücadelesinin kendisidir. Yetmezliklerimizi aşmamızın, ileri pratiklerin önünü açmamızın yolu, bilincimizi geliştirmenin basamağı olan sınıf mücadelesinin geliştirici sahasında tekrar ve tekrar fikirlerimizi sınamaktan geçmektedir. Bu alanda gerçekleştirdiğimiz pratik ancak, devrimci bilincin gelişimine de katkı sağlayacaktır. “Bu anlayış, idealist tarih görüşü gibi, her tarihsel devir için ayrı bir kategori arayışına çıkmak zorunda kalmaz, aksine daima tarihin gerçek zemini üzerinde durur. Pratiği fikirden hareketle değil, fikirlerin oluşumunu maddi pratikten hareketle açıklar. Dolayısıyla da bilincin tüm biçim ve ürünlerinin, zihinsel eleştiri yoluyla, ‘öz bilince’ indirgenmesiyle ya da ‘heyulaya’, ‘hayaletlere’, ‘saplantıya’ vb. dönüştürülmesiyle değil, aksine ancak ve ancak, bu idealist martavalları doğuran gerçek toplumsal ilişkilerin pratik olarak alaşağı edilmesiyle ortadan kaldırılabileceği; tarihin olduğu gibi dinin, felsefenin ve diğer bütün teorilerin itici gücünün eleştiri değil, devrim olduğu sonucuna varır. Tarihin, ‘ruhun ruhu’ olarak kendini ‘öz bilince’ indirgemekle sona ermeyeceğini; aksine, her aşamanın maddi bir sonucu, üretim güçlerinin bir toplamını ve her nesle kendisinden önceki nesil tarafından aktarılan, insanların doğayla ve birbirleriyle kurdukları, tarihsel olarak yaratılmış bir ilişkiyi içerdiğini gösterir. Bir yandan yeni nesil tarafından değiştirilen, ama öte yandan da onun yaşam koşullarını belirleyen ve ona belli bir gelişim, belli bir özgün karakter kazandıran bir üretici güçler, sermaye kaynakları ve koşullar yığını içerdiğini gösterir. Yani; bu tarih anlayışı, durum ve koşulların insanı yarattığı kadar, insanların da durum ve koşulları yarattığını gösterir.” (Marks ve Engels, Alman İdeolojisi)
Bitti…