Bilincin evrimine dair fikirler, genel evrime dair görüşlerin olgunlaşmaya başlandığı 19. yüzyıl ile birlikte filizlenmeye başladı. Bu döneme kadar büyük ölçüde bilinç olgusuna yaklaşımda idealizmin ağır etkileri görülmekteydi. Bilinç, felsefe dünyasında bu zamana kadar, maddenin veya organizmanın milyarlarca yıllık evrim serüveninin bir ürünü, çeşitli aşamalardan geçen ve bir yanı ile tesadüflerin, diğer yandan ise nesnel zorunlulukların ürünü olan bir biyolojik faaliyet değildi. Elbette bilincin bir yönünü öğrenme faaliyeti oluşturmaktaydı, dolayısı ile madde ile çakışan bir yönü insan için her zaman vardı. Çevresini inceleyen insan, bilinci dolayısı ile her nesneyi benzeştirip ayrıştırıyor, soyutlama ile tanımlayabiliyor ve değiştirebiliyordu. Ancak söz konusu bu faaliyetleri gerçekleştiren ve insan dışında hiçbir maddi olgu ile benzeşmeyen bilince gelince sorun karmaşık bir hal almaya başlıyordu.
Bilincin en önemli özelliklerinden biri fenomenleri ve tabiatı anlayabilmek için sınırsız soyutlamalar yapabilme kapasitesidir. Bu kapasite insanlar anlamlandıramadığı ve tam olarak nasıl sorusunun cevabını veremediği ölçüde bilincin kendisinin ne olduğunu tanımlayamama durumuna ve dışsal varlıklardan ayrıksı algılanmasına sebep olur. Oysa ki, insanın üretim ve öğrenme, değiştirme faaliyetleri bilincin de gelişmesine olanak tanır. Yani bilincin kendisi her şeye muktedir değildir, bilinç tüm bilgilerin toplamı da değildir, durağan ve tamamlanmış da değildir.
Bununla birlikte bilincin maddeden soyut ele alınışının tek sebebi onun tarihsel gelişim sürecinin anlaşılamaması olmamaktadır. İdealizm için, herhangi bir olgunun nesnel kanıtlar ile açıklığa kavuşturulmuş olması bir sorun değildir, bu yaklaşım tüm bunları kolayca göz ardı edebilmektedir. Eski çağlardan itibaren, bilginin hep var olduğu ve dolayısıyla evrensel, sonsuz ve mutlak bir bilincin var olduğunu, subjektif olarak kast edilen bilincin görevinin ise bu bilgilerin farkına varmaktan ibaret olduğu savunulmaktaydı. Bu biçimde bir bilinç anlayışının eski çağ düşünürlerinde önemli ölçüde etkileri olsa da en önemli temsilcilerinden birini Platon oluşturmaktaydı.
Platon’a göre farkında olma yani bilebilme işlevi, aslında görüngüleri kullanarak bir “fikirler dünyasına” ulaşma serüveninden ibaretti. Aslında görülebilen ve tanımlanan tüm maddesel varlıklar, mükemmel ideaların yani mükemmel fikirlerin birer gölgesiydi. Bu fikirler veya idealar, bir idealar dünyasında var olmakta, bizim deneyimlediğimiz varlıklar ise bunların deforme olmuş, mükemmellikten uzak kopyalarıydı. Platon bu anlayışını bir alegori ile anlaşılır hale getirmeye çalışmaktaydı, bilinen adı ile Mağara Alegorisi bu anlayışı yansıtacak biçimde kurgulanmıştı. Mağara alegorisi temelde, madde ve idealar arasındaki ilişkiyi, insanın bu alandaki rolünü benzetmeler kullanarak açıklama yoluna gitmekteydi. Buna göre, bir grup insan mağarada sabit duracak ve yüzleri mağaranın duvarına veya karanlık yönüne dönük olacak şekilde konumlanmalı. Arkalarında da ya güneşin mağara ağzından sızan ışığı ya da mum diyebileceğimiz bir ışık kaynağı olmalı. İnsanlar, önlerinde yalnızca birer gölge görebileceklerdir, bu gölgeler yalnızca kendilerinin ve etraflarındaki cisimlerin deforme olmuş, bozulmuş birer kopyası olacaktır. Ancak eğer insanlardan biri kurtulur ve mağaradan dışarı çıkma cesaretinde bulunursa göreceği ilk etapta rahatsız edici bir ışık olacak, ardından ise tepede parıl parıl parlayan bir güneş, uzayıp giden sıradağlar, gürül gürül akan nehirler, uçsuz bucaksız ormanlar bulacaktır. Bu deneyim, elbette mağara içi ile kıyaslandığında eşsizdir. Ancak mağara içerisinde yeniden aynı pozisyonuna döndüğünde belki de kendisine inanılmayacak, büyük ihtimalle dışlanacak ve gördüklerini ispat edebilmek için büyük bir uğraş vermek zorunda kalacaktır. Mağara Alegorisinde belirtilen serüvenin gerçekleşmesi, yani maddenin deforme olmuş biçimlerinin değil mükemmel formunun açığa çıkarılmasının yolu, Platon’a göre düşünme eylemidir. Yani, bu serüvende mağaradan kurtulacak ve deneyimlerini aktararak insanlığı aydınlatma ve kurtarma çabası içerisinde olacak kişi, filozofun ta kendisidir, elindeki silahı ise bilincidir. İnsan düşünerek mükemmel olana ulaşacaktır, zaten tüm görünen bu gölgelerin zihnimizin derinlerinde mükemmel bir formu vardır. Yani bilinç, var olan bütün bilgileri kapsar, insanın görevi bilincinde var olan tüm bilgileri açığa çıkarmak için daha fazla düşünmektir, böylece mükemmel olana ulaşmaktır.
Öyleyse idealist görüşe göre, görünen her gölge, zihnin bir parçasıdır. Bu da demektir ki, zihin ve bilinç her yerdedir, her şey ondan bir parça taşır. Platon’un bu kurgusu, sonrasında daha teferruatlı biçimde ele alınmış ve boyutlanarak ilerlemiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde, idealizme hâkim olan temel anlayış, bilincin tek gerçeklik olduğu yönündedir. Yani bir dönem için, doğuştan gelen bilgilerin olmadığını kabul eden, süreç içerisinde bu bilgilerin edinilebildiğini belirten idealist düşünürler bundan vazgeçmiş, böylesi bir savununun temellerinin oturtulamayacağı, materyalizme alan açıldığı gerekçesi ile terk edilmiştir. Berkeley, bu düşünürlerin başında gelmektedir. Berkeley, var olan her şeyin, ideler (mutlak ve ezeli fikirler) aracılığı ile bilinebileceğini varsaymaktadır. Berkeley bunu şu biçimde ifade etmeye çalışır. Eğer bir dış dünya var ise bu, bizim algılarımızdan veya tasavvurlarımızdan bağımsız olarak var olmalıdır. Eğer biz bir maddeyi algılıyor ve tanımlıyor isek bu bir ideanın varlığından kaynaklanmaktadır. Çünkü yalnızca ideler birbiri ile benzeşebilir. Dolayısı ile sokakta bir siyah kedi görüyor ve bunun bir kedi olduğunu algılıyorsak bu, var olan bir ideanın ürünü olmalıdır. Çağrışım, bir ideanın varlığına işaret eder, aksi takdirde bir zihinsel tanımlama da olamaz. Dolayısı ile aslında bu fikir hep vardır, eğer biz bir nesneyi algılıyor ve tanımlıyorsak aslında bu bir idedir. Yani çıkacağımız kapı aslında maddenin bir gerçeklik olmadığıdır. Berkeley’e göre var olan tek gerçeklik, sonsuz ve sınırsız olan bilinçtir.
Platon’dan “deforme olmuş gerçeklik” olgusundan başlayarak nihayetinde Berkeley’de maddesel dünyanın var olmadığı fikrine varan sürecin, felsefe aleminde ciddi tartışmaları ortaya çıkardığı ve idealizmin yeniden dizayna ihtiyaç duyduğu kör bir noktaya evrildiği görülmüştür. Berkeley her ne kadar fikirlerini bir matematik üzerine oturtmaya çalışsa da bu konuda oldukça işlevsiz kalmış ve insanın günlük yaşamsal faaliyetleri ile örtüşmeyen ve kolayca çürütülebilecek bir evrede kalmıştı. Her gün üreten, yeniden deneyimleyen, deneyimlerini genişleten ve elde ettiği tecrübeler ile daha ileri faaliyetler gerçekleştiren insan toplumu için elverişsiz bu fikir sistemi Kant ile birlikte yeniden dizayn edilmiş ve idealizmin yeni bir kulvarı açılmıştı. Kant esasta eski çağ düşünürlerini, kısmen de Locke gibi kendisine yakın dönemlerde var olmuş düşünürleri referans almış, bilginin iki biçimde edinilebileceğini, a posteriori (deney sonucu) bilgi edinmenin reddedilemeyeceğini, yani deney ve gözlemin de insan bilinci için bir bilgi kaynağı olabileceğini belirtmiştir. Ancak bunu yaparken önsel bilginin varlığını da reddetmemektedir. Nihayetinde Kant, bu kategoriler ile ilerlerken bilinemezciliğe varmaktaydı. Çünkü, metafizik konular a priori (deney öncesi, doğuştan gelen) idi, bunlar bilim faaliyetinin dışına alınmalı ancak gerçeklik olarak kabul edilmeye devam edilmeliydi. Ona göre bilginin kaynağını ayrıştırmaya giderken özne referans alınmalıydı, bilginin kaynağı zihindeydi. Böylece idealizm hâkimiyetini sürdürmek ile birlikte, artık üretim ve bilim faaliyetlerinin önünde daha kontrollü bir bariyer oluşturmaktaydı. Yani aslında, artık idealizm daha fazla materyalist argümana kapı aralamaktaydı. Ancak yine de, bilgi hâlâ “saf aklın” ürünüydü.
Diyalektik yöntemin sistematik bir hale gelmesinde en önemli figürlerden biri olan Hegel de benzer bir idealist görüşten mustaripti. Hegel, düşünce ve varlığın bir bütünlük oluşturması gerektiğini savunurdu, ona göre bu mutlak tin veya mutlak akıldı. “Gerçek olan her şey ussaldır, ussal olan her şey gerçektir.” sözleri ile Hegel, her fenomen veya olguyu tanımlamanın yolunu akla uygunluğunu referans almak olarak işaret etmektedir. Yani mutlak tin, tarihin gidişatını tek bir çizgi halinde veya dairesel ele alır, her şey mutlak tinden çıkar ve ona dönmek zorundadır. Ayrıca gerçek olan her şey akılcı olmalıdır, çünkü gerçek, kaynağını akıldan alır. Ancak bilmekteyiz ki mantığımızın ve algımızın sınırları vardır, ancak maddenin sınırları algılarımızın oldukça ötesindedir.
Hegel veya öncellerinin bilince dair ortaya koydukları yaklaşım, aslında oldukça pratik sorunlar doğuruyordu. Örneğin, “bilincin belirlediği dünya” tespitinin yapılması, bilişsel olarak tüm sorunları çözebileceğimizi, bu sorunların tüm kaynağının maddesel dünya değil, bilincimiz olduğu, dolayısıyla bilincimizde bir sorunu çözmenin yeterli olacağı sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu anlayış, dünyayı değiştirme arzusundan yoksundur, yalnızca kısmi ve güdük bir anlama faaliyetinin tezahürüdür. Bundandır ki Hegel’in hukuk, ekonomi, toplum ve diğer konulara yaklaşımı da bu anlayışın izlerini taşımaktadır ve sistemli bir yapıya kavuşturduğu diyalektik yönteminin devrimci özüne rağmen, idealist dünya görüşü ile birleştirilmeye çalışılarak işlevsiz kalmasına yol açmaktadır.
“Hegel bir idealistti. Ona göre, beynindeki düşünceler, gerçek nesnelerin ve süreçlerin az çok soyut simgeleri değildi, tam tersine, nesneler ve onların evrimi, yalnız, alem var olmadan, öncesizlikten beri ve herhangi bir yerde var olan ‘Düşünce’nin (İdea) gerçekleşmiş simgeleriydi. Bu düşünme yolu her şeyi baş aşağı çeviriyor ve alemdeki nesnelerin gerçek ilişkilerini tümüyle tersine çeviriyordu.
“Hegel, tek olgu gruplarının birçoğunu doğru olarak ve ustalıkla kavramakla birlikte, onun, hemen yukarda anılan nedenlerden, kötü yamanmış, yapmacık, emek verilmiş, sözün kısası, ayrıntılarda yanlışları çoktur. Hegel sistemi, aslında, pek büyük bir başarısızlıktı ama kendi çeşidinin de sonuncusuydu. Gerçekte, bir iç ve onmaz çelişkiye yakalanmıştı. Bir yandan, bu sistemin başlıca önerisi, insan tarihinin bir evrim süreci olduğuydu, ve bunun gereği olarak, insan tarihi, salt gerçek denilen herhangi bir şeyin bulunmasıyla zihni olarak kesin sonuna erişemez. Ama, öte yandan, bu sistem, bu salt gerçeğin· kesin özü olma isteğini ileri sürüyordu. Her şeyi kapsayan ve her zaman için kesin ( son) olan bir doğa ve tarih bilgisi sistemi, diyalektik düşünmenin temel yasasına aykırılıktır. Bu yasa, gerçekten, dış evren konusundaki sistemli bilginin çağdan çağa dev adımlarla ilerleyebileceği düşüncesini asla dışlamaz, tam tersine, içerir.”(Engels)
İnsan bilinci, yani bir çeşit elektro-kimyasal etkileşim faaliyeti, maddenin milyarlarca yıllık evriminin sayısız sonuçlarından biriydi. Ancak maddenin evriminin sonucu olan bilinç yolu ile insan, maddenin varlığını reddeder durumdaydı.
devam edecek…