BAAS rejiminin yerini HTŞ’nin (Heyet Tahrir eş-Şam) almasından bu yana Suriye’de sular durulmadı. Suriye’nin emperyalistler ve yerli iş birlikçileri tarafından yeniden paylaşılması dolayısıyla bölgesel dizaynda “istikrar” tartışmaları sürerken son günlerde HTŞ’nin Lazkiye, Humus, Hama, Tartus kentlerinde Alevi Araplar, Süveyda kentinde ise Dürziler üzerindeki şiddet ve katliam pratiklerine tanık olmaktayız. Saldırılar karşısında Alevi Araplar sokaklara dökülerek HTŞ’ye karşı geniş çaplı protestolar düzenledi. Bu protestolarda Suriye Geçici Yönetimine (HTŞ) bağlı 14 “genel güvenlik servisi” mensubu öldü ve egemenlerin manipülasyon araçları bir kez daha işletildi: burjuva-feodal medya “güvenlik servisi”nden 14 kişinin, söz konusu protestoların şiddet yoluyla bastırılmasına karşı halkın kendini koruma refleksinin sonucunda öldüğü gerçeğini “Esad rejimi unsurlarının yeni yönetime bağlı güvenlik güçlerine pusu kurması sonucu 14 polis hayatını kaybetti” şeklinde çarpıttı.
Colani, Alevi Arapları kapsamayan ancak Kürtlerle birlikte Dürzileri kapsayan “Suriye’nin bölünmez bütünlüğü” vurgusunu sürdürürken Süveyda’da yaşayan Dürziler egemenlerin “yeni yönetim” olarak tanımladığı “cihatçı çetenin yönetimini” tanımadıklarını ve herhangi bir saldırıya devrimci bir tarzda karşılık vereceklerini, federasyon talep edebileceklerini belirttiler. Dürzi hareketi komutanı Baha Cemal, halkın yeni yıl kutlamalarıyla meşgul olduğu sırada HTŞ’nin fırsattan istifade Süveyda’ya girmeye çalıştığını vurguladı. Cemal, “Hiçbir uyarı olmaksızın ve uygunsuz bir şekilde geldiler. Biz bunu reddediyoruz. Askerî liderlerimiz var; ama bireylerle ya da gruplarla koordinasyon yapmıyoruz. … Suriye genelinde neler olup bittiğini tam olarak bilmiyoruz. Bu nedenle, bize herhangi bir oldu bittinin dayatılmasına izin vermiyoruz. Şeyh Akıl ve Şeyh Selman Hikmet Hacer ile iletişim kuruldu ve onlar hiçbir kuvvetin izin almadan Süveyda’ya gelmesine izin vermeyecekleri yönünde karar verdi. Şu anda kimsenin müdahalesine izin vermeyeceklerini vurguladılar.” şeklindeki açıklamasıyla HTŞ’nin kente girmesine izin vermeyeceklerini belirtmiş, “Kan dökmeyi reddediyoruz. Ancak eğer üzerimize bir şey dayatılırsa bu baskıya karşı tereddütsüz devrim yapmaya hazırız.” diyerek geçici hükümetin saldırılarına karşı net bir tutum ortaya koymuştur.
HTŞ’nin Alevi bölgelerindeki saldırıları da devam ediyor. Bu saldırılar “Esad yanlısı Nusayriler ayaklandı” gibi demagojilerle gerekçelendirilmektedir. HTŞ otoritesini kabul etmeyen, savunmasız Alevi yığınlar mezhepçilikle suçlanmakta ve “yeni yönetime entegrasyonları” barışçıl çağrılarla, uzlaşmalarla, rıza sağlanarak değil baskı ve şiddet yolu ile, boyun eğdirilerek sağlanmaya çalışılmaktadır. Colani’nin Dürziler hakkındaki barışçıl söylemleri ise parçalanmış Suriye’de Dürzilerin tıpkı Kürtler gibi askerî operasyonlara karşı kendilerini savunabilecek yeterliliğe sahip olmasından ileri gelmektedir. Keza Baha Cemal’in “Güvenliği yönetebilecek ve kontrol edebilecek kapasiteye ve askerî liderlere sahibiz, bu nedenle tavrımızda ısrar ediyoruz.” söylemi de bu gerçeğe işaret etmektedir. HTŞ’nin sahip olduğu dinî ve politik anlayış Alevilere ve Dürzilere yönelik saldırıları meşru/mübah kabul etmektedir. Nitekim, bu meşruluk “ümmetin” Nusayri ve Dürzi karşıtlığıyla karakterize olmaktadır. Bununla birlikte bu anlayış, HTŞ’nin Suriye’yi yönetme iddiasındaki “geçici hükümetin farklı etnik unsurları kapsadığı” söylemleriyle çelişmektedir. Bu çelişki, ancak “geçici hükümet”in niteliğiyle birlikte ele alındığında doğru okunabilir. HTŞ’nin başını çektiği çeteler bölge gerici devletleri ile ABD ve Batılı emperyalistlerin dolaylı ve dolaysız desteğiyle iktidara gelmiştir. Dolayısıyla BAAS rejiminin yerini alan geçici hükümetin gerici ve emperyalizmin iş birlikçisi niteliği, gelişmelerin tutarlı bir analizini yapmak için önemli bir referanstır.
Emperyalistlerin sömürge ve yarı sömürgelerdeki tahakkümünü sağlayan en temel etken yerel gericiliktir. Orta Doğu’da bu durum emperyalistler ve iş birlikçileri tarafından daha çok ulusal ve dinî çelişkilerin derinleştirilmesiyle sağlanmaktadır. Bölgesel dizaynda emperyalistlerin arenadaki yeni aparatlarından biri olan HTŞ, bölgenin sosyoekonomik yapısına istinaden iyi bir uşak olmak için çabalarken doğal olarak gericiliğin tırmandırılmasında da önemli roller üstlenmektedir. Dolayısıyla “geçici hükümet”in HTŞ dışındaki tüm kesimleri yönetimden dışlaması emperyalizmin Orta Doğu politikalarından azade değildir. HTŞ’nin başını çektiği grupların “yeni yönetim”inin şimdiye kadar Alevilere ve Dürzilere yönelik saldırıları doğrulayan veya yalanlayan bir açıklaması mevcut değil. Ancak HTŞ’nin “kapsayıcı” söyleminin aksine dışlayıcı pratiğinin toplumsal ölçekteki yansımaları yani Lazkiye, Tartus, Hama ve Humus’ta Alevi Arapların ve Hristiyanların, Süveyda’da Dürzilerin isyana eğilim göstermesi, Rojava Kürtlerinin statü kazanmasının önüne geçmek istemesi bu dışlayıcılığı teyit etmek için yeterlidir. Zira Rojava’daki de-facto özerk yönetimin statü istemi ile Dürzilerin federasyon eğilimi HTŞ’nin izlediği bu iki yüzlü siyaset ile engellenmekte ve sonuçta her kapı “Suriye’nin toprak bütünlüğü”ne çıkmaktadır.
MÜZAKEREDEN STATÜ ÇIKAR MI?
Kurulacak denklemde Suriye’de Kürtlere statü verilip verilmeyeceği meselesi en önemli tartışma konularından biri oldu. Bu sırada ABD-Fransa heyetinin hakemliğinde “Kürt-Kürt diyaloğu” adı verilen, Kürt partiler ve gruplar arasında bir dizi görüşme gerçekleşti. Taraflar arasında programatik çelişkiler mevcut olsa da bu görüşmeler belli bir sonuca bağlanmıştır. ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) ve PYNK (Kürt Ulusal Birliği Partileri) taraflarının ortaklaştığı öncelikli hedef Şam ile müzakere tabanlı görüşmelerin başlamasıydı. ENKS, Şam’da bulunduklarını, şimdiye kadar Colani ile görüşmediklerini, yalnızca büyükelçilik ve ülke temsilcilikleriyle görüştüklerini bildirirken geçtiğimiz günlerde Mazlum Abdi ile Colani arasında Şam’da bir görüşme gerçekleşti. SDG (Suriye Demokratik Güçleri) tarafından yapılan açıklamada görüşmede yalnızca askerî konuların ele alındığı vurgulandı. Ancak HTŞ kaynakları Colani’nin özerklik ve federasyon meselesinde geri adım atmadığını duyurdu. Her şeye rağmen iki taraf da görüşmenin “olumlu” geçtiğini duyurdu.
HTŞ ile SDG şimdiye kadar karşı karşıya gelmedi. Keza iki tarafın da bu yönde bir gelişmenin önünü almak için çaba harcadığını söyleyebiliriz. Colani’nin Kürtlerin Suriye’nin esas unsuru olduğuna ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne dair söylemleri, SDG’nin açıklamalarıyla uygunluk içerisindeydi. Colani ile benzer argümanlar Şarku’l Avsat ile yaptığı röportajda Mazlum Abdi tarafından şu şekilde dile getirilmişti: “Biz Suriye’nin bölünmesini istemiyoruz. Ülkeyi yönetecek hükümetin kurulmasında ve bu hükümete katılmada üzerimize düşen rolü oynamaya hazırız.” Aynı röportajda Kürtlerin özerklik ya da federasyon biçiminde statü kazanmasına dair sorular ise silik cevaplarla geçiştirilmiştir. Bununla birlikte SDG’nin silahları, güçleri ve deneyimleriyle kurulacak olan “ulusal ordu”ya entegrasyonunun sağlanacağı, aynı zamanda sınır güvenliğini Şam’a devretmeye hazır oldukları açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla yapılan görüşmede Kürtlerin statü sorununun bir çözüme bağlanmadığı, müzakerenin ilk adımlarının askerî konuların ele alındığı, statü tartışmalarının özellikle Kürt taraflar arasında gittikçe derinleşeceği ve bu tartışmaların yeni hükümetle ilişkilerde tıkanıklığa yol açacağı, emperyalistlerin Kürtler için kullandığı “önemli ortak” söyleminin bir süre daha devam edeceği anlaşılmaktadır.
ROJAVA’YA SALDIRILAR, GELİŞMELER VE OLASILIKLAR
Çatışmalar boyunca HTŞ’ye eskortluk eden güçlerden birisi de TC’nin desteklediği SMO (Suriye Milli Ordusu) idi. SMO kaynakları HTŞ ile birlikte çatışmalara katıldıklarını doğrulamış, yatay ilişkilerin varlığı açığa çıkmıştı. Dolayısıyla TC’nin bu sürece müdahale etmediği yönündeki söylemleri boşa çıkmıştı. Halep çıkarmasından bu yana TC’ye bağlı SMO çeteleri Rojava’nın stratejik bölgelerine dönük saldırılarını yoğunlaştırırken egemenler HTŞ’nin bu saldırılara hiçbir destek vermediğini kanıtlama çabası içerisindeydi. Ne var ki açığa çıkan gerçekler HTŞ ve SMO’nun organik ilişkiler içerisinde olduğunu ortaya koymuştur. HTŞ, SMO’nun Rojava’ya dönük saldırılarına açıktan destek vermese de herhangi bir karşı koyuş içerisinde olmamıştır. Bununla birlikte “entegrasyon” sürecinde SMO’nun da kendisini feshederek ulusal orduya katılacağı açıklanmıştı. Öte yandan özellikle Tişrin Barajı civarında yoğunlaşan saldırılara karşı ABD ve Batılı emperyalistler TC’yi, operasyonları devam ettirmesi halinde yaptırıma gidecekleri konusunda uyarmıştı. Senatör J. Kennedy, “Kürtleri rahat bırakın, Suriye vatandaşlarını rahat bırakın. Türkiye NATO üyesi ve bizim dostumuz, ancak buna uygun şekilde hareket etmiyorlar. Eğer Suriye’yi işgal ederseniz ve Kürtlere zarar verirseniz bu kongreye harekete geçmesi için çağrıda bulunacağım ve yaptırımlarımız Türkiye ekonomisi için pek iyi olmayacak.” şeklinde konuşmuştu. Bu uyarılardan sonra TC’nin “sevkiyat” haberleri ve Rojava’ya dönük olası kapsamlı bir saldırısı gündemden düşmüştür, ancak TC’nin ve SMO’nun saldırıları “sınır güvenliği” bahanesiyle hâlâ devam etmektedir. Bu nedenle başını ABD ve Fransa’nın çektiği emperyalist kamp, taraflar üzerindeki bağlayıcılığını dengelemek için SMO ile SDG arasında denge arayışına girişmiştir.
TC’nin yeni hükümette paydaş olmak istediği açıktır. Nitekim Ömer Çiftçi isimli El Kaide üyesinin yeni yönetime tuğgeneral olarak atanması da bu çabanın bir sonucudur. Ancak bilinmelidir ki çetelerin farklı dönemlerde, farklı isimlerle TC ile kurduğu ortaklık yeni dengelerde iflas etmeye müsaittir. Zira -günümüzde- SMO ismiyle kurulan ortaklık da çetelerin dönemsel çıkarlarına hizmet etmektedir. TC’nin desteği olmaksızın SMO’nun dağılması ne kadar kaçınılmazsa ortak çıkarlar dönemi sona erdiğinde SMO’yu oluşturan unsurların kendi çıkarları doğrultusunda yeni muhataplar edinmesi de o kadar kaçınılmazdır. Şam’ın ele geçirilmesi ve çetelerin iktidar gücüne sahip olması TC’yi bölge politikasında gittikçe yalnızlaştıracaktır. SMO içerisindeki çözülmeler ve dağılmalar da bu öngörümüzü güçlendirmektedir. SMO’yu oluşturan unsurların çeşitliliği, daha baştan her birinin kendi çıkarları ekseninde birleştiklerini göstermekteydi. Dolayısıyla Kürt düşmanlığıyla bezeli TC’nin, Rojava politikasında bu unsurları bir arada tutması ne kadar zor ise bir bütün olarak merkezî yönetimde otorite ortağı olması da o kadar zordur. HTŞ’nin rakipsiz olmayı ve diğer güçleri kendi bünyesinde eritmeyi içeren “entegrasyon” çıkışı, şimdiden SMO’nun dağılmaya müsait yapısını kaşımaktadır. Bu bağlamda HTŞ’nin görece homojen yapısının SMO’nun heterojen birliğini yuttuğunu söylemek mümkün. Buna rağmen HTŞ’nin devleti yönetme konusundaki deneyimsizliği siyasî krizi derinleştirecektir. Çünkü Suriye’nin çeşitli uluslardan ve inançlardan oluşan demografik yapısı tarihsel olarak belli bir çözüme bağlanamamış ulusal ve mezhepsel sorunların çözümünü öncelikli kılmaktadır. HTŞ, sahip olduğu gerici niteliğinden dolayı bu sorunlara çözüm üretebilecek bir vasfa sahip değildir. Binaenaleyh, HTŞ’nin de sözde “kapsayıcı”, gerçekte dışlayıcı tutumunu sürdürmesi ve halk isyanlarının sürmesi halinde her zaman dağılmaya müsait bir yapıya sahip olduğunu belirtmek gerekir.
İSTİNAT DUVARI NE KADAR SAĞLAM?
ABD, Batılı emperyalistler ve İsrail güncel durumda TC’nin ve destekçisi olduğu SMO’nun Kürtlere yönelik saldırılarının önüne geçmek için bir nevi istinat duvarı işlevi görmektedir. Ancak söz konusu emperyalistler ve iş birlikçileri ise bu istinat duvarının çökmeyeceğini garantilemek mümkün değildir. Emperyalizm ve iş birlikçileri için amaç “önemli ortak”ların maruz kaldığı ezen ulus mezalimine son vermek değildir, sermayeye kan taşıması için mümkün mertebe ulusal sorunu derinleştirmek veya bir başka biçimde sürdürmek, yeniden üretmektir. Zira egemen sınıfların dünya çapında yol açtığı ulusal sorunlar aynı zamanda sömürgesel sorunlardır, burjuva demokratik dönüşümlerini tamamlayamamış ülkelerdeki emperyalist sömürünün, ilhak altındaki uluslar üzerinde başka biçimlerde sürdürülmesidir. Bu nedenle emperyalistlerin üreteceği “çözüm”ler de daha önce belirttiğimiz gibi ilhakı, işgali ve sömürüyü sona erdirmeyecektir. Dolayısıyla emperyalistlerin ve Siyonistlerin Kürtler için ördüğü duvarın temeline dökülen betona su verilmediğinin altını çizmeliyiz.
Emperyalistlerin ve Siyonistlerin Kürtlere karşı sergilediği ılımlı tutum yurtsever çevrelerce takdir edilmekte ve sahiplenilmektedir. Dostlarımız uzlaşmacı paradigma ekseninde hareket etmekte ve siyaseti bu yönde belirlemeye devam etmektedir. Bu siyasetin ulusun geniş bir kesiminin ulusal baskının baş aktörlerini ve efendilerini “deniz ortasında ufukta görünen kara” olarak görmeye yol açtığını görüyoruz. Ezilen ulusların makus talihinin bir özelliği yabancı güçlerin hegemonya ağına düşmeleridir. Ezilen ulus hareketlerinin egemen yabancı güçlerin ağına düşmeden, bu ağları parçalayarak ilerleyebilmesi hiç kuşkusuz devrimci ve sosyalizm yönündeki hareketin varlığına, gelişimine bağlıdır. Bu olmaksızın ondan gerçek kurtuluş yönünde ilerleme beklemek nihayet bir yanılgıdır. Dolayısıyla ezilen ulus hareketlerinin “kendine uzatılan ellerden medet umması” şaşırtıcı ya da akıl almaz değildir. Pragmatist davranmak siyasetin esaslarından biridir ve ulusal hareketlerin pragmatizmi hegemon güçlerden “ileri derecede ödünler vererek yararlanmayı” içerir. Bu noktada komünistlerin esas görevi bu tür süreçlerin muhatabı olmadıklarının idrakinde olmaları, ezilen ulusun halkına kurtuluş yönünü göstermekte ısrarcı olmalarıdır Bu bağlamda gericilerin Kürtlerle kurmak istediği ilişkilerin ve ılımlı söylemlerin yalnızca kirli hegemonik çıkarlara hizmet ettiğini açığa teşhir etmeye devam etmeliyiz.
Öte yandan TC’nin Suriye ile bağlantılı kendi içindeki olası adımlarını göz ardı etmemek gerekir. TC’nin emperyalist efendileri tarafından kulağının çekilmesi, kendi çıkarları doğrultusunda belirlediği bölge politikalarını terk edeceği anlamına gelmez. TC’nin Rojava’ya dönük saldırıları, içerde KUH’a (Kürt Ulusal Hareketi) teslimiyet dayatmasına dönüşen tehdit içeriğine sahiptir. Bu bağlamda Öcalan’a biçilen barış soslu PKK’yi lağvettirme rolü, Kürt ulusal kazanımlarını yok etme tehdidiyle içerilidir. Dolayısıyla emperyalist efendilerinin dizginleme çabasına karşın TC’nin SDG’ye karşı düşmanlığını perçinlemesi, nesnel koşulların Öcalan’ı iş birliğine sürükleyerek Kürt ulusal mücadelesinin tasfiyesi için zemin hazırlamayı hedeflemektedir. Bu konuyu başka bir yazıda tartışacağız. Son olarak belirtmek gerekir ki, emperyalistlerin ve iş birlikçilerinin hiçbir söylemi ve politikası Kürt ulusunun yüzü suyu hürmetine hayata geçirilmemektedir. Önümüzdeki süreçte bu söylemlerin ve politikaların ne kadar ‘takdir edilesi’ olduğu, istinat duvarının kimi koruduğu, aktörlerin hedefleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır.