Canlılığın son iki milyon yılı, insan türlerinin tarih sahnesinde yerlerini aldıkları bir dönemdir. Milyarlarca yıllık canlılığın ortaya çıkış serüveninin insan türlerine evrimi 3.5 milyar yıldan daha fazla bir zamana ihtiyaç duymuştur. Böylece ilk prokaryot benzeri tek hücreliler, bunca zaman içerisinde daha kompleks ökaryot canlıların ortaya çıkmasına, hatta kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için üretim faaliyeti gösteren ve bu beceriyi edinmiş canlıların dünya üzerinde yer edinmesine ön ayak olmuşlardır.
İnsan türlerinin hemen hepsinde bir biçimde çevredeki nesneleri kullanarak aletler üretme ve bu aletler aracılığı ile ihtiyaçlarını karşılama faaliyeti mevcuttur. İlk “ayakları üzerinde dikilen insan” anlamına gelen “Homo Erectus” olarak tanımlanan ve 2 milyon yıl önce ortaya çıktığı düşünülen bu türün bir biçimde taş aletler ürettiğine dair kanıtlar mevcuttur. Homo Erectuslar belirli bir bölgede çakmaktaşları gibi doğal maddeleri işleyerek yontma aletler üretmiş ve bu aletleri kullanarak tepe avcı konumuna erişmişlerdi, yani kendilerinden fiziksel olarak daha güçlü sığır ve filler birer av haline gelebilmişti. Bu tür, av için sürülerin göç yollarını takip ederek toplu avlar gerçekleştirmekte, belirli dönemlerde alet üretim alanlarına geri dönmektedirler. Ayrıca Erectusların, bir tür ön-dil kullanabildikleri varsayılmaktadır. Bununla birlikte, ateşin de ilk olarak bu dönemde kullanılmaya başladığı düşünülür. Kanıtlar Paleotik dönemde 1 milyon yıldan daha eski olmak üzere ateşin kontrol altına alınmış olduğunu göstermektedir. Bu durum, özellikle et gibi gıdaların pişirilmesi ile birlikte tüketiminin kolaylaşmasını, daha fazla avlanma ve daha fazla av ihtiyacını ortaya çıkarmaktaydı. Böylece, beyni geliştirecek olan faaliyetler ve gıdalar artık daha fazla önem kazanmaktaydı. Orta Paleotik dönemde modern insan ile aynı süreçlerde varlık göstermiş olan Neandertallerin taş ve kemik aletler ürettiği bilinmektedir. Bu aletlerin yalnızca kaba birkaç parçanın bir araya getirilmesi biçiminde değil, aynı zamanda Levallois tekniği gibi kimi tekniklerle işlendiğine dair birçok kanıt mevcuttur. 1.8 milyon yıl öncesinde artık beynin, paritial lobların geliştiği yani üç boyutlu algılama, kendisini çevreden ayırt etme becerilerini kazandığı bir aşama olarak görülmektedir. Diğer canlıların kendilerini çevredeki diğer hareketli canlılardan ayıramama durumu dolayısı ile öz farkındalığının olmaması artık insan türleri için geçerli değildir.
Alet yapabilme ve bu aletleri kullanabilme, benliğin ve kendinin farkında olma durumunun yani bilincin artık oluşmaya başladığını göstermektedir. Bilincin oluşumu, canlı faaliyetlerinin devrimci bir dönüşüme uğramasına yol açmıştır. Tabiatta milyonlarca yıllık bir yolculuk ile çeşitli aşamalardan geçerek oluşan bilinç, artık tabiatın kendisine müdahale eden, onu ihtiyaçlarına göre şekillendiren bir hale gelmiştir.
Bilince giden yol, ilk iletişim sayılabilecek biyolojik kimyasal ve elektriksel etki-tepki etkileşiminden artık ön-dil olarak adlandırılabilecek çeşitli sesler ve beden hareketlerinden oluşan bir aşamaya kadar gelmişti. Yani bir canlı türü, artık kendisini çevreden ayırt ediyor ve çevreyi kendisine göre şekillendirmeye başlıyordu. Bu, bilincin ilk adımıydı. Maddenin, maddenin hareketinin ürünü ve sonucu olan bilinç, artık maddeyi şekillendiriyordu. Ancak bilincin gelişimi burada son bulmamıştı. Tüm insan türlerinin beyinlerinde limbik yani varoluşsal dürtüler ve bunların kaydedilmesini içeren aynı zamanda öğrenme, hafıza gibi bölümleri de kontrol eden sistem unsurları da gelişmekteydi. Dolayısı ile, insan artık pratiğinden öğreniyor, hafızası ve öğrenme isteği sayesinde bunları sonraki nesillere de aktarıyordu.
Bir canlıda sinir ağlarının ve merkezî bir yapının, beynin olması aynı zamanda bilincin de olması anlamına gelmemekteydi. Her ne kadar ilk tek-hücreliler arasında da kimyasal ve elektriksel iletişim denilebilecek etki-tepki mevcut olsa da veya milyonlarca yıl önce gelişmiş binlerce türde beyin ve sinir ağları gelişmiş olsa da bu aynı zamanda bilincin de gelişmiş olduğu anlamına gelmemekteydi. Tüm bunlar her ne kadar bilincin gelişimi için milyonlarca yıllık bir birikim oluşturmuş olsa da nihayetinde bilinç bir tür içerisindeki herhangi bir öznenin, kendisinin ve çevresinin farkına varabilmesi, kendisini çevresinden ayırmaya başlaması ve ihtiyaçlarına göre çevreye müdahale etmesi ile birlikte başlamıştır. Aynı zamanda bilinç gelişmeye devam da etmektedir.
İnsan beyni öncelikle, en yakın akraba türlerine göre oldukça büyüktü. Her ne kadar daha büyük boyutta beyne sahip olan türlerin yaşamış olduğu ve yaşamaya devam ettiği düşünülse de yaygın kanı olarak büyüklük vücut-beyin oranına göre hesaplanmaktadır. Ancak bu birçok istisna barındırır ve bu oranı yakalayabilen her canlı bilişsel yetenekler taşır denemez. Bununla birlikte nöron sayısı, ara nöronlar, bu hücrelerin yapısı, birbiri ile bağlantı kurma becerileri gibi birçok başlıkta insan beyninin belirleyici farklılıkları olduğu görülmektedir. Ayrıca, bellek ve kritik yapma becerisi ile bağlantılı olduğu düşünülen prefrontal korteks gibi bölümlerin de en yakın akrabalığımız olan canlılara göre daha gelişkin olduğu bilinmektedir. Bir diğer yandan insan beyninin kan dolaşımına daha fazla ihtiyaç duyduğu söylenebilmektedir. Çünkü, bilişsel faaliyetlerde bulunan beyin, diğer beyinlere göre daha fazla enerji tüketmektedir. Bu enerjinin sağlanabilmesi ise bilişsel becerilerin üretildiği bölüme yani beyne daha fazla enerji kaynağı iletilmesi ile mümkündür. Bu enerji kaynağı ise kandır. Beyin, insan vücudunun tüm oksijen ihtiyacının yüzde 20’sinden tek başına sorumludur. Beyin bu yoğun faaliyetinden ötürü, vücudun diğer bölümlerine göre yaklaşık 2,5 derece daha sıcaktır. Yani insan beyninin bu derece büyük olması, sürekli işleyen bir organ olmasından kaynaklanmaktadır. Sık sık duyulan “beynimizin yüzde 2’sini, 10’unu ve 20’sini kullanıyoruz” gibi yanlış bilgilerin aksine, aslında elektro-kimyasal faaliyetler üretmekten ibaret olan bu makine uyku halinde dahi sürekli tümü ile çalışıyor durumdadır. İnsan beynini yalnızca diğer hayvanlardan değil, Erectus gibi diğer insan türlerinden de ayıran bir başka özellik, beynin gelişimini oldukça geç tamamlamasıdır. İnsan beyni 30’lu yaşlara kadar gelişimini sürdürebilmektedir. Bu durum, özellikle sinir hücrelerimizin çeşitlenmesine, daha fazla dendrit bağları bulunan hücrelerin ortaya çıkmasına olanak vermektedir. Yani insanlar neredeyse ömürlerinin yarısına vardıklarında henüz beyinleri gelişimini yeni tamamlayabilmiştir, dolayısı ile bilişsel faaliyetlerinin hayatlarının büyük bir bölümünde üst verimde devam etmesi kolaylaşmaktadır. Bu durum oldukça önemlidir, çünkü beyin gelişimini bir kez tamamladıktan sonra bu kez geriye dönüş başlar; artık yeni nöron üretim verimi düşer, beynin kimi fonksiyonları azalır ve dolayısı ile yaş ilerledikçe küçülme ve yenilenememe süreci başlar. İnsan beyni tüm bu özellikleri ile birçok yönden diğer canlılardan farklılaşmaktadır ve evrimi de devam etmektedir.
İnsan türleri içerisinden yalnızca biz, yani Homo Sapiens varlığını devam ettirebildi. Neandertal gibi kimi türlerin, modern insan toplumu ile yer yer karıştığı ve çeşitli sebeplerle ortadan kaybolduğu, Homo Erectus gibi türlerin, oldukça geniş bir dağılımı olsa da bir biçimde kaybolduğu veya diğer ön-insan türleri ile karıştığı düşünülmektedir. Ancak Homo Sapiens, diğer canlılardan birçok özelliği ile ayrışarak tabiat karşısında birçok fiziksel dezavantajına rağmen varlığını geliştirerek sürdürüyordu. Büyük pençeleri veya keskin dişleri, iri bir gövdesi veya her koşula dayanacak bir bedeni yoktu. Ancak onu tabiat karşısında avantajlı kılacak başkaca özellikleri mevcuttu. Bunlar, doğa ile olan ilişkisi, üretim faaliyeti ve çevreyi kendi ihtiyaçlarına göre dizayn etme yeteneği, bunları yaparken ise gittikçe gelişen öz farkındalığıydı. Yani insan toplumsallaşmaya yatkın bir canlıydı ve zamanla toplumsallaşıyordu. Bu da aslında insanın doğa karşısında avantajlı duruma doğru ilerlemesi anlamına gelir: daha fazla koşula müdahale ediyor ve nüfusu artıyordu. Bu durum, onun üretim faaliyeti sayesinde gerçekleşiyordu. Modern insanın bilişsel yetenekleri arttıkça diğer insanlar ile olan iletişimi gelişiyor, üretim de ortaklaşıyordu.
Bu gelişen etkileşim ve ortaklaşan üretim, onu toplumsallaştırıyordu. Varlık, kültür, toplum davranışları, ahlak gibi olgular bu biçimde açığa çıkmaya başlıyordu. Bununla birlikte, yaşamsal faaliyetlerinin tümü yani üretimi nasıl gerçekleştirdikleri de onların yaşam biçimlerini, yaşamsal özelliklerini ve toplum içi davranışlarını belirlemektedir. Daha da ileri olarak, toplumsal yaşamları üretim biçimlerine göre şekillenir. Bu durum, modern insanın ortaya çıkışından bu yana bu biçimde gerçekleşmiştir. İnsanın kendisine dair farkındalığı ve kendisini tanımlama çabası, çevreyi ihtiyaçlarına göre değiştirme ve müdahale etme faaliyeti, tabiat ile olan çelişkileri devam etmektedir. Yani bilinç de evrimini sürdürmektedir.
Bugün dünya üzerindeki tüm insanların biyolojik olarak bilişsel özellikleri birbirine yakın olsa da bilinç düzeylerinin farklılaştığı görülebilir. Yani tek ve eşit bir bilinç düzeyinden ve biçiminden bahsedilemez. Nasıl ki bugün yaşayan herhangi bir insan ile 200 bin yıl önce yaşamış aynı türden bir Homo Sapiensin bilinç düzeyi ve biçimi aynı değilse aynı şey bugün için de geçerlidir. Çünkü bilinç ortaya çıkmıştır, ancak bilincin düzeyini ve biçimini belirleyen faktörler farklılaşmaktadır. Bu farklılıklar insanın maddi yaşamının ta kendisidir, hangi koşullar altında ve hangi biçimlerde yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirdiği belirleyicidir.
“Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir; ama bu insanlar, sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden ve alabilecekleri en geniş biçimlere varıncaya kadar karşılıklı ilişkilerinin koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki karanlık odadaymış gibi, baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.” (Marks, Engels-Alman İdeolojisi)
devam edecek…