Türk hâkim sınıflarının “ikinci” sözcüsü Devlet Bahçeli’nin ekim ayı içerisinde “Öcalan gelsin, Meclis’te DEM grubunda örgütüne silah bırakma çağrısı yapsın” diyerek startını verdiği yeni “tasfiye süreci” 2025’e girerken ivme kazandı. 28 Aralık’ta DEM Parti’nin Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’dan oluşturduğu heyet, İmralı özel tecrit zindanında bulunan Kürt Ulusal Hareketinin lideri Abdullah Öcalan ile yaklaşık iki aydır beklenen görüşmeyi gerçekleştirdi. Hemen arkasından ise 3 Ocak’ta heyete, kayyım atanarak görevden alınan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk de dahil edilerek Devlet Bahçeli ve TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş ile görüşmeler gerçekleştirildi. Görüşmelerin, Meclis’te temsil edilen partilerle devam edeceği duyuruldu.
Abdullah Öcalan’ın 28 Aralık’ta verdiği mesajlar “Bahçeli ve Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya pozitif katkılar sunacağı”, “Türk-Kürt kardeşliğinin yeniden inşa edileceği”, “Devletle ve tüm siyasî çevrelere yaklaşımının paylaşılması. Bunun ışığında gerekli pozitif adımı atmaya ve çağrı yapmaya hazır olduğu” şeklindedir. İkinci sözcü Bahçeli mesajları olumlarken Kürt ulusal haklarının tanınmasının söz konusu olmayacağını da aynı değerlendirmede hatırlattı.
Öcalan’ın açıklamalarında sürecin “Türkiye’nin demokratikleşmesi, bölgenin ise barış ve istikrara kavuşması” temelinde ilerlemesini içeren bir perspektif var. Pervin Buldan yeni sürecin “öncekinden daha fazla umut vaat etiğini” ileri sürerken Ahmet Türk ocak ayında birkaç görüşme daha olacağını ve bu görüşmelerden sonra “silah bırakma çağrısının” gelebileceğini belirtti.
Bu açıklamalar, değerlendirmeler sürecin hangi politik eksende, hangi ilkelerle ve içerikte ilerlediğine dair yeterli veri sunmamaktadır. Kamuoyuna açık bir yaklaşım ve ilişki biçimi söz konusu değildir. Açıklıktan uzak bu müzakerenin faşist diktatörlük tarafından dayatılan bir durum olduğu bizim açımızdan açık bir gerçektir. Zira Türk devleti sorunu bir “al-ver” ilişkisi biçimine büründüren, bölgesel planlamaların bir parçası haline getirdiği ve temelde de Kürt ulusunun silahlı güçlerini tasfiyeye odaklandığı bir hedefi vardır. Bu hedef içinde demokratikleşmenin, Kürt kazanımlarının genişlemesinin olmadığı bilinmesi zor değildir.
Faşist yönetim biçimi Türk egemenleri için bir tercih değil zorunluluktur. Kürt ulusunun kazanımları ve bilhassa kendi kaderini eline alması TC için varoluşsal bir tehdittir. Kürt ulusunun kazanımlarını, kaderini eline almayı bertaraf edecek içerikte ve düzeyde tutmak hayatîdir. Bu da kısmî haklara kapı aralandığına işaret eder. Bu gelişme ve içerik ise Kürt ulusal sorunun niteliği, çapı ve bölgesel yapısı düşünüldüğünde bir çözüme değil yeni biçimde Kürt ulusu üzerindeki egemenliği sürdürmeye denk gelebilir. Kürt Ulusal Hareketi ise demokratik ilerlemeye yol açmak perspektifine sahiptir. Sorun gerçekten Kürt ulusunun demokratik haklarının genişletilmesine dayanan bir bakış açısıyla ele alınsaydı görüşmeler açık tartışmalarla yürütülürdü. Faşizm “bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur” önermesinin bilincindedir ve buna uygun olarak ilk etapta Kürt Ulusal Hareketini silahsızlandırmaya iknaya odaklıdır. Bunu başardığında geleceği de istediği gibi şekillendirme olanağına sahip olacaktır.
EMPERYALİZMİN POLİTİKALARINA “İNCELİKLİ” UYUM
Tayyip Erdoğan süreci 5 Ocak’ta Trabzon’da “Çatışmanın, şiddetin, istikrarsızlığın tarihe karıştığı terörsüz Türkiye hedefimize gönül birliği içinde mutlaka ulaşacağız. Bunun için çok kapsamlı, her adımı incelikli düşünülmüş bir politika yürütüyoruz” diyerek tanımlamıştır. Faşist diktatörlük sürece bir isim koymamıştır. Bu sürecin “Yeni tasfiye süreci” olarak örülmek istendiğini akılda tutmak gerekir. Elbette devletin bazı “zorunluluklarının” oluştuğu değerlendirilebilir ve bunlardan reformlar için yararlanma çabası inkâr edilemez. Ne var ki hem bölgede hem de genelde içine girdiğimiz yeni süreç tekelci burjuvazinin her yolla saldırdığı bir süreçtir ve bundan hiçbir ulus, halk, ülke azade değildir. Bölgesel gelişmelerden azamî fayda elde etme ve özellikle İran’ı hedefte tutarak bölgesel hegemonyasını halklara kabul ettirme politikasından nemalanma isteği vardır. Devlet Bahçeli’nin 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimi sonrası “zafer” konuşmasında “önümüzdeki günlerde çok şey değişecek, her şey değişecek, umarız Türkiye değişmez” yaklaşımı bölgesel gelişmeler ve etkilerine karşı bir konum alma çabasıydı. Tayyip Erdoğan’ın “kapsamlı ve incelikli” dediği şey de belirlenmiş emperyalist plana uymaktan ibaretti. ABD’nin, İsrail’in Filistin’i Abraham Anlaşmalarıyla “Ademe mahkûm etme” çizgisi ve İran’ı etkisizleştirme siyaseti Aksa Tufanı’yla biçim değiştirmiştir. Suriye’de, Lübnan’da Hizbullah’a saldırılar gündeme gelmiş ve Gazze’de soykırım yapan İsrail Lübnan, Suriye ve Yemen’de bombardımanlarla birlikte İran ile doğrudan karşı karşıya gelmiştir. “Şer ekseni” olarak tanımlanan ülkeler bölgesel dizaynın sıcak hedefi olmuştur. Suriye burada ilk kurbandır.
TC, Suriye’de bu süreçte oynadığı rolle, SMO ve HTŞ ile ilişkisiyle buradaki her sorunu kendi sorunu haline getirmiştir. Yeni Suriye’nin şekillenmesinde yaşanacak her kriz aynı zamanda Türkiye’nin bir kriz olacaktır. Suriye’deki yönetme sorunu Türkiye için bir iç sorun olmuşken Kürt ulusal sorunu ise bölgesel bir sorun olarak büyümüştür. TC’nin, Yeni Suriye’nin şekillendirilmesinde Kürt sorununu merkeze alan bir yaklaşımla hareket ettiği, A. Öcalan ile görüşmelerinin merkezinde de bunun olduğu söylenebilir. Zira Kürt ulusal sorunu ve Kürt ulusal direnişi daha büyük bir bölgesel sorun haline geldiğinde içerideki sorun onu bu alanda hamle yapmakta sınırlayacaktır. Bu nedenle içerde ve dışarda Kürt Ulusal Direnişini en az kazanımla etkisizleştirmeye odaklanmaktadır.
Faşist diktatörlük yeni Suriye’nin kendi amaçlarına uygun olması için Kürt meselesini “sorun olmaktan” çıkarmak istemektedir. Ancak Suriye’de oluşan yeni durum cehennemin kapılarını tüm bölge için sonuna kadar açmıştır. Emperyalistler arası çelişkiyi yoğunlaştırdığı gibi, bölge devletleri arasındaki çelişkileri de derinleştirmiştir. Cihatçı çetelerin çok uluslu ve çok inançlı Suriye toplumsal yapısının çelişkilerini tırmandıracağı açıktır. Suriye daha fazla politik ve askerî krizin pençesindedir. Geçen bir aylık süreç bu krizin sürekli ve tırmanarak olgunlaştığını göstermiştir.
KRİZ GİRDABINDA DEVRİMDE İNAT
Faşist TC, içerde derin bir ekonomik krizle boğuşmaktadır. Kitlelerin memnuniyetsizliği boyutludur. Asgari ücrete, emekli ve memur maaşlarına yapılan zam, halkı daha fazla sefalete sürüklemiştir. Suriye’de şimdilik elde edilmiş görünen avantajlar, Kürt meselesinde atılan yeni adımlar, AKP-MHP blokunun süreci yönetme yeteneğindeki zayıflığını örtmekte kullanılmaya çalışılmaktadır. Fakat Suriye’nin krizlere gebe yapısının ilk faturası da Türk egemenlerine ve özelde AKP-MHP blokuna çıkacaktır. Böylesi bir tablo toplumsal ve siyasal ilişki ve çelişkileri etkileyen, büyüten yeni bir gerçekliğin oluştuğuna işaret etmektedir. Faşist TC’nin Suriye ve Kürt sorununu mevcut haliyle koruyarak yönetmesi olanaklı değildir. Bu onu daha büyük çatışmalara ve savaşlara hazırlıklı olmaya itecektir. Bölgede emperyalizmin vurucu gücü olmaya hazırdır, bugün düne göre ABD emperyalizmine daha fazla bağımlıdır ve mahkûmdur. Bölgesel ölçekte düne göre daha fazla düşmanlık kazanmaktadır ve bunun büyümesini sağlayacak belirgin bir çizgisi vardır.
Komünistler, tasfiyeciliğin ideolojik ve örgütsel olarak daha da büyüyeceği koşullarda devrimci savaşı büyütmenin imkânlarına odaklanmalıdır. Faşist TC’nin ve tüm bölge devletlerinin silah sanayii ve savunma bütçelerini büyüttüğü, daha güçlü savaş makinalarını örgütlediği koşullarda “bölgede barış ve istikrarın” geleceği beklentisi halkı silahsızlandırmak olacaktır. Tasfiyeciliğe ve tasfiyeye ideolojik, politik olarak savaş açalım. Türk halkının Kürt düşmanlığı ile zehirlenmesine ve Kürt ulusunun kaderini belirlemesinin elinden alınmasına karşı “devlet kurma hakkını” ve tam hak eşitliğini savunalım, bu eşitliğin savaşımını verelim.