8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününe gidiyoruz. Özgürlük, eşitlik arzumuzla ve ayağımızda prangalarımızla, sistemin giydirdiği rollerle, kendimizi görmeyi engelleyen zırhlarla gidiyoruz. Kadınlar 8 Mart’ta ne ister? Gül mü, şirketlerin kısa mesajlarını mı, mağaza indirimlerini mi ya da bir gün sürecek bir “peri masalı”nı mı? 9 Mart’ta balkabağına mı dönüşeceğiz? Biz kadınlar ne gül istiyoruz ne de indirim. Göreceğimiz bir günlük “şefkat”, yaşayacağımız bir günlük sınırlı özgürlük hissi, kendini ifade olanağı yaşadığımız cinsel sömürüyü ve baskıları telafi etmeyecek. Yine de 8 Mart’ta olacağız, biliyoruz ki kazanacağımız özgürlüğün ışığı her birimize değecek…
1857 yılında, New York’taki 40 bin dokuma işçisi kadının yaktığı isyan ateşi hâlâ yanıyor. Bu ateş bazen harlanıyor, bazen kor oluyor; ama inatla yanmaya, ışığını bugüne vurmaya devam ediyor. O günden bugüne değişmeyen bir talebimiz var: Eşit işe eşit ücret. Tek başına bile erkek egemen sömürü düzenini teşhir etme gücüne sahip olan bu talep milyonlarca işçi ve emekçi kadının örgütlenmesini sağladı. Sovyet ve Çin devrimlerinde açığa çıkan ve doruğa ulaşan gücümüz bunun en büyük kanıtıdır. Kadınların, emek ve özgürlük uğruna neler yapabileceğini gördük.
Tüm bu birikim bugünün yeni kadınına müthiş bir deneyim bıraktı. 168 yıl önce New York’ta yakılarak katledildik emeğimiz için greve çıkarken, 154 yıl önce Paris’teki ilk kez iktidarı deneyimledik haklarımız için, 108 yıl önce Sovyetler’de silahımızı elimize aldık devrim için ve biz 76 yıl önce Çin’de meydanları doldurduk özgürlüğümüz için. Karşımızdaki donanımlı gerici zorbaları defalarca alt ettik, öğrendik, donandık.
Kadınları savaşta ve devrimde gördük. Meydanlarda taşlanırken, göç yollarında, köle pazarlarında, işkencehanelerde… Kadınları tarihin her anında bedel öderken gördük. Ve biz kadınları öyle anlarda gördük ki işgalciyi topraklarından çıkarırken, patronuna kafa tutarken, mahkeme salonlarında erkek egemenliği yargılanırken, en yakınından darbeyi yediğinde ayağa kalkarken… Devrimde “erkek işi” olarak görülen işleri layıkıyla yaparken, devrimi geliştirirken, devrimi yönetirken… Kadını sınırlara hapseden bu sistem bir şeyi hesaba katamadı: Özgürlüğe doğru adımlayan kadın o andan itibaren bir adım geri atmıyor. İşgal altındaki topraklarında özgürce yaşayamayacağını anlayan kadın işgalciye karşı savaşmaya başlıyor: Filistin ve Rojava’daki gibi. İşsiz kadın çalışma hakkının, çalışan kadın kreş hakkının, evlenen kadın boşanma hakkının, seçen kadın seçilme hakkının peşine düşüyor.
Bugün erkek egemen sistem haklarımıza, bedenimize, kimliğimize, emeğimize saldırmaya devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında bu saldırılar sürerken ülkemize özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Oldukça karmaşık olan toplumsal ilişkiler kadının ezilmişliğini de görünmez kılıyor. Öğretilen toplumsal cinsiyet rollerinden kendine zırh yapan kadın yaşamını bu zırhla ve onun ağırlığıyla yaşıyor. Devletin, erkek egemenliği pekiştiren hamlelerinin etkisi ise oldukça büyük. Kadın cinayetlerinin en çok olduğu yıl geride kalmışken 14 Şubat’ta “Seviyorsan git evlen bence” diye paylaşım yapan bakanlığa baktığımızda dahi bunu görebiliriz: Kadını “sevgi” adı altındaki şiddet sarmalına sürüklemekten vazgeçmiyor. “Kıskançlık cinayeti” tabirini ortaya atanlar da bunlardır! Kadın cinayetlerini ya da kadına şiddeti normalleştiren ve kadına, buna mecburmuş gibi hissettiren bu sistemin ta kendisidir. “Ne var ki bir tokat yediysen, bu yüzden yuva mı yıkılır?”, “Aldatmayan erkek erkek değildir”, “Altınlarını kumarda yemiş ama yenisini kazanır”, “Çocukların babasız mı büyüsün?”, “Okuyup da n’olacaksın?”, “Çalışırsan çocukların kötü yola düşer” gibi basit görünen ama durumun vahametini gözler önüne seren bu sözleri üreten kendi başına toplum olabilir mi ya da toplumun bunlara yönlendirildiği gerçeğini görmezden mi geleceğiz? Her anımızda bunları düşündürmeye sevk eden bir sistem var. Medya, yargı, devlet yetkilileri sürekli bunu propaganda ediyor. İzlediğimiz dizilerden reklamlara, okuduğumuz haberlerden dinlediğimiz demeçlere kadar hem kadınların hem de erkeklerin bilinci kirletiliyor.
“Aile Yılı” ilan edilen bu yılda erkeğin payına çalışmak, para kazanmak düşüyor; kadına ise bakım yükü, ev işleri, esnek çalışma “imkânı” ve çocuk doğurmak. Cumhurbaşkanı Erdoğan Aile Yılı Tanıtım Programındaki konuşmasında aile kurmanın önündeki engelleri ortadan kaldıracağını iddia ederken aile içi şiddet, kadının görünmeyen emeği konularına hiç değinmedi. Maddi yardımlarla evlilik ve çocuk doğumlarını artırmayı hedefleyen devlet, boşanmaların da maddi sorunlardan kaynaklandığını iddia ediyor. Peki gerçek böyle mi? Eşler ortak ev ekonomisiyle geçimini sağlarken boşanmak son tercih oluyor. Kadınlar boşanmak istediklerinde devlet yardımı alamadıkları içi mutsuz evliliklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar. Evlilik için kesenin ağzını açan devlet boşanmak isteyen kadınları adliye koridorlarında bir başına bırakıyor. Çünkü devlet için kadın aile içinde “yararlı” olabilir, ancak aile içinde! Nafaka hakkı tartışmaları unutulmaya fırsat verilmeden yeniden tartışılıyor, davaların maddi yükünü karşılamak kadına bırakılıyor, hiç çalışmamış kadın tek başına iş aramaya başlıyor. Evlenmek ve boşanmak isteyen eşlerin tüm ekonomik sorunları dışında toplumsal baskıyla da karşı karşıya kaldığını unutmamak gerekir. Ülkemizde evlenmek ve boşanmak kendi başına da büyük sorunlar teşkil ediyor. Boşanmış bir kadın ya da hiç evlenmemiş bir kadın “evde kalmış, dul, geçimsiz” etiketleriyle yaşamına devam ediyor.
Hor görülen kadına çalışma hayatında da aynı etiketler yapıştırılıyor. Başarılı bir kadının mutlaka bir “hinlikle” başarılı olduğu gibi. Cefakâr olan kadın iş yerinde esnek ve güvencesiz çalışmaya layık görülüyor. Fedakâr olan kadına patronların “Biz bir aileyiz” sözüyle evde üstlendiği misyon yükleniyor. Patronlar bir aile gerçekten. İşçi ve emekçi kadınlar o ailenin ancak üvey evladı olabilir. Öyle ki kadınlar iş başvurularında “çocuk yapmayı düşünüyor musun?” sorusuyla karşı karşıya kalıyor, kadına hakkı olan hamilelik-annelik izni hiç tartışma konusu yapılmadan kapı gösteriliyor. Ustabaşlarının mobbingi, göreceli iş tanımları, ek mesaiye rağmen verilmeyen ücretler de çalışan kadın üzerindeki görünmeyen şiddetlerdir. “Uysal” kadın işçiler yaratmayı hedefleyen patronlar 8 Martlarda gül dağıtıyor. Erkek işçiyle kadın işçiyi birbirine kırdırmaya çalışılıyor. Erkek işçi iş bulamamasının sebebinin düşük ücretle çalışan kadın olduğunu düşünüyor. Erkek çalışan “yükselememesinin” sebebini kadında arıyor. Oysa biz kadın ve erkek işçilerin el ele verdiğinde nice grevden zaferle çıktığını gördük. Bu egemenlerin oynamayı sevdiği bir oyun ama kazanmaya yazgılı olan işçilerdir.
Tarihimiz yenilgi ve zaferlerle dolu. Ayağımızdaki prangaları biz takmadık. Prangaların bize takıldığı ilk andan itibaren de onları çıkarmaya çalışıyoruz. Artık paslanmış, bizi ağırlaştıran bu prangaları parçalamak için yeterince güçlüğüz. Kurtuluş ellerimizde.