Resmi ideoloji olarak Kemalizm bu topraklarda her daim güncel bir sorun olarak var olacaktır. Ta ki devrimle köküne kibrit suyu dökülene dek. Kemalizmin, Devletin kuruluş temeli olması nedeniyle hiçbir ödün verilmeden yeniden ve yeniden üretimi sağlanacaktır. 19 Mayıs Samsun’a “çıkış” efsanesinin (!) yıldönümü vesilesiyle 2019’un “100. yıl” ilan edilmesi bu ideolojik tavrın somut göstergesidir. Bu anlamıyla 19 Mayıs’ta devlet erkânının Samsun’da çektirdiği fotoğraf sembolik olmaktan öte ideolojiktir. Hâkim klikler arası çelişkinin derinliğine, siyaset arenasında birbirlerine sarf ettikleri hakaretlere, burjuva ikiyüzlülüğü olarak kirli çamaşırların ortaya dökülmesine rağmen söz konusu Kemalizm olduğunda her şey bir kenara bırakılmaktadır. Tüm “ayrışmalara” karşın Kemalizm hâkim sınıflar için birleştirici ve bütünleştirici bir unsurdur. 2019 yılı boyunca Kemalizm ırkçı, şoven, milliyetçi düşünce ve sembolleriyle bir devlet politikası olarak yoğun bir şekilde işlenecek, propagandası yapılacaktır. Geniş kesimlerin Kemalizme yedeklenmesinden öte Kemalist ideoloji yeniden üretilecektir.
Bir diğer önemli husus ise tasfiyeci sürecin liberalizme, reformizme ve revizyonizme sürüklendiği, kendini devrimci olarak ifade eden politik öznelerin Kemalizm karşısındaki ideolojik duruşlarıdır. Geçmişten beri Kemalizm ile ideolojik olarak hesaplaşamamanın getirmiş olduğu nokta, Kemalist sembol ve söylemlerle artık açıktan ve doğrudan Kemalizm savunuculuğu yapmaya varıyor. İdeolojik ve politik alanda Kemalist propagandanın yoğunlaştığı, kitlelerin tekçi zihniyetle zehirlendiği bu süreçte Kaypakkaya yoldaşın Kemalizme dair bilimsel tahlilinin öğreticiliğinde tekrardan Kemalizm değerlendirmesi yapmak, Kemalizme karşı (devrimci saflardaki görünümü de dâhil) ideolojik mücadele için hem gerekli hem de önemli bir araç olacaktır.
DÜŞÜNSEL OLUŞUMUN KISA TARİHÇESİ
“Modernleşme”, “Batılılaşma” gibi kavramlar üzerinden ilerlediğimizde Kemalizmin düşünsel yapısı ve oluşumunun Avrupa merkezli olduğu görülecektir. Osmanlı sadece ekonomik ve teknik gelişmelere değil Avrupa’daki düşünsel akımlara da yüzünü geç dönen bir devlet oldu. Üç kıtada toprak sahibi olmanın bir anlam ifade etmediğini Osmanlı yarı-sömürgeleşerek öğrenmiştir. Duraklamanın gerilemeye evrilip toprak kayıplarının başladığı noktada Osmanlı “Batı gibi olma” adına yüzünü Avrupa’ya döndü. Bu dönüşün ana eksenini savaşlarda alınan yenilgi nedeniyle askeri alan oluşturuyordu. Orduda “modernleşmeyle” başlayan süreç siyasi, ideolojik ve felsefi alanda da gerçekleşmesini geciktirmedi.
Osmanlı dağılma ve çöküşe doğru gidişe çareler aradığı bir sürecin içinde fikri tartışmalardan biri ulus-devletleşme ve bunun Türk ulusuna dayalı olması konusuydu. Tanzimat (1839) döneminde tartışılan bu düşünce imparatorluğun dağılmasını hızlandıracağı nedeniyle uzun ömürlü olmadı. Kaldı ki dönemin devlet erkânı ulus bilinci ve ulusal kimlik oluşturmaktan ziyade devletin devamlılığını ve toprak bütünlüğünü korumayı esas alıyordu.
1860’lı yıllarda Osmanlı aydınları içinde “Yeni Osmanlı” fikrini ileri sürenler oldu. Avrupa’daki ulus-devlet kapsamında düşünsel gelişimin bir tezahürü olarak Osmanlı’nın çeşitli etnik yapısına uygun olarak Osmanlıcılık savunuluyordu. Bu düşünce ile farklı etnik ve dini gruplar tek çatı altında birleştirilmiş oluyordu. Böylece ulusal isyanların ve ayrılmaların önüne geçilmiş olacaktı. Ulusal aidiyet Osmanlıcılık olarak ortaya konuyordu. Fakat bu düşünce iktisadi ve politik gelişimin gerisinde kalarak sürece yanıt olmadı.
II. Abdülhamit iktidara geldiğinde panislamizm düşüncesi hâkim hale geldi. Panislamizm ulusal kimliğe karşı dini kimliği ön plana çıkarıyordu. 1870’lerde Osmanlı’nın elinde kalan topraklardaki nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu. Ulusalcı politika imparatorluğun elinde kalan toprakların da parçalanması olarak görülüyordu. Panislamizm ile en azından Müslüman tebaa ile bütünlük korunmuş olacaktı. Bu düşünce esasta Cemalettin Afgani’ye dayanıyordu. Afgani, İslam dünyasının “Batılı devletler” tarafından sömürüldüğünü, bu sömürüye karşı İslam ülkelerinin merkezi bir güç tarafından toplanması gerektiğini savunuyordu. Bu düşünce genel hatlarıyla Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan çıkış için uygun görülüyordu. Kapitalizmin, emperyalist aşamaya evrilip dünyaya egemen olduğu bir dönemde panislamizm düşüncesi de iktisadi ve politik gelişmenin gerisinde kalarak Osmanlı’yı dağılmaktan kurtaramadı.
Türkçülük esasına dayalı ulus-devlet anlayışı panislamizmin gölgesinde Osmanlı aydınları, Avrupa’da eğitim görenler ve askeri okuldaki öğrenciler (bu okullar Avrupa’ya yakın okullardır) arasında hızla gelişti. Türkçülük ilk olarak Rusya’da ortaya çıktı. Rusya’da kapitalizmin gelişmesine paralel panslavizm politikasıyla ulus-devletleşmeye yöneldi. Ulusal azınlıklara baskı uygulanmaya başlandı. Buna tepki olarak Orta Asya ve Kafkasya’da Türkçülük düşüncesi yaygınlaştı. Akımın öncülerinin Rus baskısından kaçarak Osmanlı’ya sığınmasıyla Türkçülük fikri Rusya’dan Osmanlı’ya taşınmış oldu. Düşünsel anlamda hem batıdan hem de doğudan ulus, ulus-devletleşme, ulusal bilinç Osmanlı’da eş zamanlı olarak gelişiyordu.
1889’da Türkçülüğü esas alarak İmparatorluktan ulus devlet yaratmayı hedefleyen, ulusal uyanışı amaçlayan, bu doğrultuda örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) kuruldu. Türkçülüğün esasları düşünsel olarak ideolojik ve teorik temelleri İTC teorisyenleri tarafından oluşturuldu. Fransız İhtilali ve bu dönemdeki düşünsel akımlar İTC kadroları için Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu durumdan kurtaracak ideolojik-politik düşünsel arayışla örtüşüyordu. Zira Fransız İhtilali ve bu dönemdeki düşünsel akımlar, toplumsal sistem olarak hâkim hale gelen kapitalizmin ihtiyaç duyduğu toplumsal düzenin ideolojik, politik ve felsefi temellerini oluşturuyordu. İTC’yi etkileyen şey, tahayyülünü kurdukları ulus-devlet ile bu düşünsel akımların uygun düşmesiydi.
Kemalizm, Ahmet Rıza, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi İTC teorisyenlerinin teorik ve felsefi temellerini oluşturdukları ulus-devlet anlayışlarının üzerinde yükselmiş, onu rehber olarak resmi ideoloji haline getirmiştir. Bu anlamıyla Kemalizm felsefi temelleri açısından da İTC’nin devamcısıdır.
Bu kısa tarihsel gelişimden sonra Türkiye’de yaşayan çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçi halkımızın yaklaşık yüz yıldır doğrudan yaşamını etkileyen, düşüncelerini zehirleyen Kemalizmin felsefi temellerini daha ayrıntılı incelemek süreç açısından da daha bir önem arz etmektedir.
KEMALİZMİN FELSEFİ TEMELLERİ
A) Aydınlanmacı Kemalizm
Kemalizmin “ilericiliği”, “devrimciliği” Osmanlı “gericiliği” üzerinden yükseltiliyor. Bu “gericilik” karşısında M. Kemal’in icracısı olduğu uygulamaların her biri “devrim” olarak adlandırılıyor. Kemalizme atfedilen bu sıfatların dayandığı felsefi temel aydınlanmacılıktır. Bir diğer vurguyla iddia sahiplerine göre Kemalizm Osmanlı “gericiliği” karşısında aydınlanmacıdır.
Aydınlanmacılık 18. yüzyıl felsefesi olarak tanımlanır. İnsanın aklını kendisinin kullanmasını esas alır. Toplumun, insan aklı ve doğasıyla düzenlenebileceğini savunur. Orta Çağ döneminde felsefe tamamıyla kilisenin, dinin elindeydi. Bilim dallarıyla birlikte felsefe de dinin hizmetindeydi. Bilim insanları değil din adamları yetiştirmek esas alınıyordu. İnsan kendisinin değil kendisi dışında ve ondan üstün olan bir düzenin aracıydı ve ona hizmet etmekle yükümlüydü. Aydınlanma, insanın kendisine dönüşü olarak kendi aklını kullanması ve akıl yoluyla her şeyin üstesinden gelmesidir. Dinin insan ve akıl üzerindeki etki ve baskısını kırarak inanmaya değil bilmeye doğru bir yönelim sağlar. Aklı bilginin tek ölçütü olarak görür. Gerçeğe, insan gerçeğine akılla yönelme, bütün konu ve sorunları akılla aydınlatma temel yönelimidir.
İmmanuel Kant “Aydınlanma Nedir?” adlı yapıtında aydınlanmayı şöyle tanımlar; “İnsanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.” Bu tanımlamadan da görüleceği üzere toplumsal düşünceye hükmeden kilise, din, inanç ve iman karşısında insan aklı üstün tutulmaktadır.
Aydınlanma, dönem itibariyle kapitalizmin, feodal düzenin kurucu değer ve temellerini ortadan kaldırıp kendi kurucu değer ve temellerini oluşturmasının felsefesidir. Feodalizmin üst yapı kurumlarının, esas olarak da kilisenin reddedilmesi, kapitalist düzene uygun üst yapı kurumlarının düşünsel temellerinin atılmasıdır. İnsana “aklını kullanması” öğüdü ile kilise ve din etkisinden kurtulmuş kapitalizmin ihtiyaç duyduğu “özgür insan” yaratılmaktadır. Devletin ve hukukun tesisinde dinin değil insan aklının esas alınması gerektiği vurgulanmaktadır.
Aydınlanma, Orta Çağ “karanlığı” ve “gericiliğine” karşı “ileri” bir toplumsal düzen olarak kapitalizmdir. Üretici güçlerdeki gelişime paralel, artık eskiyi temsil eden feodalizmin toplumsal yaşam ve düşünce olarak da eskiyen düzenine karşı “ileriyi” temsil eden kapitalizmin, kuracağı yeni düzenin düşünsel alandaki yansımasıdır.
Kemalizmin “İstiklal Harbi” hamaseti dışında esas mücadelesinin Osmanlı “gericiliğine” karşı verildiği iddia edilir. Osmanlı’nın ümmetçiliği ve saltanatçılığının Türk ırkını “geri” bırakan temel unsur olduğu teorisi üzerinden Kemalizm aydınlanmacı olarak tanımlanır. Cumhuriyetin ilanı, lâikliğin benimsenmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, saltanat ve hilafetin kaldırılması, harf ve şapka “devrimleri” Kemalist aydınlanmacılığın somuta uygulanış biçimleridir. Osmanlı’nın toplumsal yaşam ve düzeninin kılık kıyafetten eğitime, topyekûn yeniden düzenlenmesi söz konusudur. Osmanlı Orta Çağ “karanlığı” ile bir tutularak reddedilmektedir. M. Kemal bizzat Nutuk’ta yeni kurulan Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamcısı olarak görmez, Kemalizmin saltanat, hilafet, harf ve kılık kıyafete yönelmesi ulus-devletleşme önündeki Osmanlı kalıntılarını temizlemek amacını taşıyordu. Osmanlı’nın idari, hukuk, eğitim, sosyal yaşam olarak ortaya koyduğu düzen, başka bir deyişle feodal yapı, kompradorlaşan ve iktidar olmak isteyen Türk burjuvazisi için eskiyi yani “gericiliği” temsil ediyordu. Dolayısıyla toplumu “muasır medeniyete” ulaştıracak bir misyonu kalmamıştı. Bunun karşısına “ileriyi” temsil olarak çıkan Kemalist ideoloji, insana aklını kullanmasını öğreten ve toplumsal yapıyı da buna göre düzenleyen bir ideoloji olarak aydınlanmacılıktan beslenir. M. Kemal şahsında Kemalizm için vurgulanan “bilimsel”, “çağdaş”, “lâik”, “akli hür, vicdani hür” gibi nitelemeler aydınlanma felsefesinin doğrudan yansımalarıdır. Aydınlanma çağında kilisenin hakimiyetine son verilmesinde olduğu gibi Kemalizm de Osmanlı ümmetçiliğine son vermiştir. Tekke ve zaviyeler, hilafet, Osmanlı’da İslama dayalı uygulamalar Türk ırkını gerileten, aklını kullanmasını engelleyen unsurlar olarak görülmektedir. Ulusal bilincin gelişmesi, ulus-devletin kurulması bu “gericiliğin” ortadan kaldırılmasıyla mümkün olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla toplumun “akıl sahibi” olan ve “aklını kullananlarca” “ilerletilmesi”, “aydınlatılması” gerekmektedir. Lâiklik, Kemalist aydınlanmacılığın en temel öğesidir. Bugün bile “dinci gericilik” olarak tanımlanan AKP/RTE cenahının karşısına “lâik eğitim”, “ilericilik” olarak konulmaktadır. Kemalizm, lâikliği dini kontrol altına alma aracı olarak kullanmıştır. Esas amaç dinin, ulus-devletleşme ve toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmesinde bir engel teşkil etmesinin önüne geçmektir.
Osmanlı’da din önemli bir yere ve güce sahipti. Din adamlarının (İslam’da kadınlara yer verilmediği için de) idari yapı, hukuk ve sosyal-kültürel alanda etki gücü yüksekti. Eğitim, medreseler üzerinden önemli ölçüde dinin elindeydi. Kemalist laiklik bu “gericiliğe” karşı insanın aklını kullanmasını sağlayan “ilericiliğin”, “bilimsellik” ve “çağdaşlığın” yani aydınlanmanın temsilidir. M. Kemal’in söylev ve demeçlerinde sıkça vurguladığı “bilim”, bugünün Kemalistlerinin dilinden düşürmediği “lâik eğitim”, ortak noktası “dinci geriliğe” karşı aydınlanmacılığın savunusudur. Bu yaklaşım her ne kadar din karşıtı olarak görülse ve gösterilse de Kemalizm ve lâiklik “ilkesi” din karşıtı değildir. Ve hatta din, lâiklik sınırları içinde toplumu yeniden düzenlemenin aracı olarak dahi kullanılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığının Sünni/Hanefi mezhebinin Maturudi yorumuyla kurulmasını bizzat M. Kemal istemiştir. Feodalizm karşısında, kapitalizmin toplumsal düzen olarak hâkim hale gelişinde aydınlanmacı felsefenin oynadığı rolü, Osmanlının feodal yapısından bir ulus-devlet yaratmada da Kemalist aydınlanmacılık oynamıştır. Başka bir deyişle imparatorluktan ulus-devlete Kemalizm aydınlanma felsefesini esas almıştır.
Aydınlanmacı yaklaşım, “gerici” kavramı ve bu kavrama yüklediği anlam ile “gericiliğin” sınıfsal özünü gizlemiştir. Aydınlanma çağında olduğu gibi Kemalist aydınlanmacılıkta da “gerici” olarak nitelenen din olgusudur. Dinin etki gücünden dolayı “gerici” olarak nitelenen feodalizme karşı, dinin etki gücünü kırarak “ilerici” ilan edilen kapitalizmde değişmeyen olgu, işçi ve köylüler üzerindeki sömürüdür. İmparatorluktan ulus-devlete değişmeyen tek şey yoğun emek sömürüsü olmuştur. Gericilik; inanç, iman veya dini bir konu değil sınıfsal bir konudur. Feodalizm ne kadar gericiyse kapitalizm de o kadar gericidir. Dolayısıyla aydınlanma, egemen sınıfların kendi iktidarı için, iktisadi ve politik gelişmelere paralel toplumu yeniden şekillendirmenin ideolojik ve teorik yeniden şekillendirilmesidir.
(Devam Edecek)
*Bu makale Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 8 Ağustos tarihli 41. sayısından alınmıştır.